Tasavvuf, Velayet ve Kainatın Görünmez Yöneticileri [Ahmet Yaşar Ocak]

Ahmet Yaşar Ocak’ın Sarı Saltuk ve Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler eserlerinden sonra bu okuduğum üçüncü kitabı oldu. Yazar oldukça titiz ve objektif olarak konuları okuyucuya aktarıyor. Kitabı okurken birçok yeni bilgi ile karşılaştım ve bazı konulara olan bakış açımı değiştirecek birçok yeni fikir edindim.

Tasavvuf, Velayet ve Kâinatın Görünmez Yöneticileri adlı bu eser adındaki kavramların doğuşu, gelişimi ve tarih süreci boyunca yarattığı etkileri açısından değerlendirilmiş.

“Tarihçinin görevinin kesin bir yargı ortaya koymak yerine ‘olanı anlamaya ve anlatmaya çalışmak’ olduğunu unutmadan konuya yaklaşılmaya çalışılmıştır” ifadesinin gereğini eser boyunca yapmış yazar.

Kitap giriş ve yedi bölümden oluşuyor. Giriş bölümünde tasavvufun kökenleri ve velayet teorisinden bahsedilmiş. Burada bahsedilen, sonrasında da değinilecek ilginç bir nokta tasavvufla ilgili teori üreticisi büyük sufilerin genellikle Araplar arasından değil de diğer milletlerin arasından çıkmış olmalarıdır. Daha sonraki bölümlerde bu durumun ve özelde mehdi kavramının Arapların fethedilen bölgelerdeki adaletsiz uygulamaları ile ilgili olabileceğinden bahsedilmiş. Abbasi hilafetinin bilimsel dinamizme çok önem verdikleri ve bunu destekleyen çeviri faaliyetlerini de içeriği ne olursa olsun desteklemiş olduklarından bahsetmiş yazar. Anlaşılan o ki, gerek Hellenistik kültürün ürünleri olan eserlerin gerekse diğer medeniyetlere ait eserlerin çevirisi İslam kültürünün gelişmesinde önemli bir rol oynarken diğer yandan tasavvuf felsefesinin oluşumuna da katkılar sağlamış. Halife Me’mun, 830 yılında Bağdat’ta geniş bir çeviri atölyesi kurmuş. Bunun adına da Beytü’l Hikme denmiş. Bu çevirilerden, yeni-Eflatunculuk konulu olanlar İslam tasavvufunu monist-panteist özellikleri ile oldukça etkilemiş. Bu etkileşim en fazla İsmailî düşünce üzerine olmuş fakat görünen o ki zaman içerisinde Sünni olsun Şii olsun diğer tasavvufi görüşleri de etkilemiş. Gnostisizm, İrfaniyye diye zikredilmiş ve yine İslam tasavvufunu etkilemiş. Hermetizm yine İslam tasavvufunu ve ilk büyük sufiler olan Zünnûn-ı Mısri, Maruf-i Kerhi, Cüneydi Bağdadi ve Hallacı Mansur’u oldukça etkilemiş.

Giriş bölümünde yazar İslam tasavvufu hakkında farklı görüşlerin olduğunu, bazılarının tasavvufun kökenlerini tamamen dışarıda ararken bazılarının tamamen İslamiyet kaynaklı olduğunu savunduklarını fakat doğrusunun ikisinin arasında olduğunu söylemiş. Bu yüzden çeşitli düşüncelerin ve dinlerin İslam tasavvufundaki yansımalarını anlatmaya çalışmış. Sonuç olarak da şöyle demiş: “Bugün onu tarihsel, sosyolojik, itikadi ve kültürel açılardan değerlendirdiğimizde, hoşa gitmeyen ve İslam’ın yozlaşmasına yol açan, en önemlisi akli düşünceyi, bilimi önemsizleştiren bir yanı olduğu görmezden gelinemez. Öte yandan İslami hayat ve düşünceye, İslam kültürüne bazı zenginlikler kazandırdığı, hatta bir bakıma Massignon’un dediği gibi ‘İslam’ın evrenselleşmesine katkı sağladığı’ görülecektir. Bu durum muvacehesinde herhalde tarihçilere düşen, tasavvufu yargılamak yerine onu her iki yönüyle değerlendirmeye ve anlamaya çalışmak olmalıdır.”

Kitabın birinci bölümü Teorik Tasavvufun Temel Kavram ve Kurumları: Velayet, Veli, Keramet başlığını taşıyor. Hemen başta söyleyeyim, tasavvufla ilgili kavramların hemen hepsinin kaynağı iki büyük sufi: Hakim-i Tirmizi ve İbn Arabi. Bu ikisinin ortaya koyduğu teorilere diğer sufiler yüzlerce yıl boyunca ufak tefek ekler yapmışlar. Genel itibari ile iskeleti oluşturan asıl kişi İbn Arabi. Veli ve velayet kavramlarını incelerken bunların Kuran’daki kavramlarla ilgili olmadığını iddia etmiş yazar ve sanırım bu yüzden hayatı boyunca çokça tekfir edilmiş olduğundan dipnot düşerek bu fikir ayrılığının karşı tarafları töhmet altında bırakma şeklinde sürdürülmesini “aşırılık” olarak nitelendirmiş. Velayet kavramını hadisler ışığında izah edenlerin dayandıkları hadislerin bizzat hadis alimleri tarafından “zayıf” olarak değerlendirildiğini de anlatmış yazar. Gazzali’nin İhya’sındaki pek çok hadis, meşhur muhaddislerin görüşüne göre sahih kaynaklarla örtüşmüyormuş. Muhaddislerin, mutasavvıfları hadis kullanım yöntemi açısından eleştirdiklerini, rüya yoluyla hadis rivayet etmenin, tevil ve tefsirini kendi yorumlarına göre yapmanın, metin olarak değil anlam olarak hadis rivayet etmenin, senet zikretmemenin ve bazı hadislerde gizli manalar olduğunu iddia etmelerinin doğru olmadığını söylediklerini anlatmış Ocak. Bu bölümde büyük mutasavvıflardan ve ortaya attıkları fikirlerden bahsedilmiş. İbn Arabi, yukarıda dediğim gibi, vahdet-i vücut, kutup, velayet, ricalül gayb gibi temel kavramları ortaya atan en büyük sufi ve tasavvuf tarihinin Albert Einstein’ı. Vahdet-i vücut fikri İbn Arabi öncesinde de ortaya atılmış hatta diğer tüm kavramlar da atılmış fakat bunların hepsini sistematize bir şekilde ifade eden isim İbn Arabi olmuş.

Bu arada bahsetmeden geçmeyeyim, İbn Arabi ölümüne en yakın 15 yıllık bir zaman dilimini Malatya’da geçirmiş. 1218-1233 arasında Malatya’da yaşayan büyük sufi Dımaşk’a gidip burada vefat ediyor.

Kitabın ikinci bölümü Velayet Teorisinin Gelişimi başlığı taşıyor. Burada teorinin ilk ortaya çıkışı ve çeşitli sufilerce hangi isimlerle kullanıldığı anlatılmış. Hakim-i Tirmizi, yukarıda da bahsedildiği gibi, kavramları sistematize edişi açısından ilk büyük sufi sayılabilir. Allah’ın bazı seçkin kişileri kendisine dost edindiği ve onları günahlardan koruduğunu, onlara fevkalade haller verdiğini iddia etmiş Tirmizi. İbn Arabi ise bu velileri adeta Mete’nin orduları onluk sistemde düzenlemesi gibi düzenlemiş. Bir kutup yani insan-ı kamil en önemli veli olarak yer almış sistemde. Onun etrafında dört ana yönün sahibi olan evtad (direkler), onların ardından yedi iklimin sahibi yedi abdal, ondan sonra necipler denen sekiz veli ondan sonra da kırk veliden oluşan recebiyyun geliyor arından da havariyyun. Hesaplamalar bu velilerin sayısının 589 olduğunu göstermiş. Başka sufilerin sistemleri başka sayılar ortaya koymuş zaman içerisinde. Velayet teorisinin kutup kavramı zaman içerisinde mehdilikle de bağlanıyor sanıyorum, zira her tasavvuf akımı velayeti mehdiliğe bağlama eğilimi taşıyor kendi içinde.

Bir yerde Ahmet Yaşar Ocak şu soruyu sormadan edememiş: Nasıl oluyor da İslam’ın ilk dönemlerinde var olmayan bir teori zaman içerisinde olmazsa olmaz seviyelerine çıkıyor? Ve bu velayet teorilerinin sonuçları nelerdir? İnsanları akıllı düşünmeye sevk eden bir dinin müntesipleri zamanla aklı bir kenara atıp keşiften, kerametten bahseder olmuşlar. İslam peygamberine aşırı misyonlar yükleyip onu tarihi misyonundan sıyırıp yarı-tanrı haline sokmuşlar. Mehdilik inancı adeta dinin bir rüknü haline gelmiş. Kitabın arka kapağında da söylemiş yazar: Müslümanların günümüzdeki geri kalışını sadece batının sömürgeciliği ile izah edemeyiz. Ortada bir de Müslümanların boyun eğen tutumu var. Bu boyun eğişin altında yatan sebeplerden en kuvvetlilerinden birisi belki de en kuvvetlisi işte bu tasavvuf ve aşıladığı kavramlardır. Sürekli içe dönmeyi salıklayan bir teori nihayetinde kaçınılmaz bir şekilde mağlup olacaktır.

Üçüncü bölüm İnsan-ı Kamil kavramına ayırılmış. Kısaca bu kavram detaylandırıldıktan sonra velayet teorisinin kutup ve gavs kavramlarını anlatan dördüncü bölüme geçilmiş. Bu bölümde dikkatimi çeken bölüm Bayrami Melamiliği oldu. Bu akıma mensup sufiler siyasi iradenin de bir insanı kamile bırakılması gerektiğini savunmuşlar. Kitabın beşinci bölümü Şii teolojide velayet teorisi ve paralel kavramlardan bahsediyor. Bu düşüncede fark, velayet-imamet makamının sadece Hazreti Ali soyuna ait kabul edilmesi. Çeşitli Şii mezhepleri anlatılmış ve düşünceleri açıklanmış. İmamiye mezhebi 12 imama bağlıyken İsmailiye, 6. imamdan sonra gelen 7. imamın İsmail olması gerektiğine inanıyormuş. Zeydiyye diğerlerinden farklı olarak Hazreti Ebu bekir ve Ömer’i de hak kabul ediyor. Altıncı bölümde Ricalül Gayb masaya yatırılmış ve daha önceki bölümlerde anlatılan Allah dostları tasnif edilmiş. Yedinci ve son bölüm kutupluk, mehdilik gibi kavramların siyasi yansımalarına ayrılmış. Burada da ilginç olan nokta, Sünni literatürde yeri olmayan mehdilik kavramının halk arasında yerini sürekli korumuş olması. Osmanlı padişahları dahi mehdi olarak adlandırılmaktan hoşlanmışlar.

“Son tahlilde tasavvuf İslam’ı ve Müslümanları pasifize ederek eski yaratıcı dinamizmini kaybettirmiş, onları akıl ve yaşadıkları hayatı kavramak dem olan bilimden koparmıştır” diyerek sonucu bağlamış Ocak.

446 sayfalık eser, Alfa Yayınları’ndan çıkmış.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir