Mutezile’nin Doğuşu ve Kelami Görüşleri [Kemal Işık]

Mutezile’nin Doğuşu ve Kelami Görüşleri doktora tezi olarak Ankara Üniversitesi’ne sunulmuş. Tez jürisindeki isimlerden Hilmi Ziya Ülken kitapta ilk dikkatimi çeken husus oldu. 1967 senesinde Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde kelam asistanı olarak görev yapan Kemal Işık‘ın tezi yine aynı üniversitenin basımevinde basılmış. 100 sayfalık ince bir eser. 

Kitap üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümde Mutezile’nin doğuşunu hazırlayan sebepler, ikinci bölümünde Mutezile’nin doğuşu, gelişmesi ve çökmesi, son bölümde ise Mutezile’nin kelami görüşleri anlatılmış. 

Kitabın giriş kısmında, Kemal Işık’ın Mutezile ile ilgili bazı yorumları yer almış. Tek tanrılı dinlerin insanlık tarihi boyunca var olduğundan bahseden Işık, bu dinleri anlatanların insanlara akılcılıkla hitap etmedikleri zaman onların şüphecilik özelliklerini aktif ettiklerini söylemiş. Mutezile demek ki akılcılığı öne çıkardığı için ortaya çıktığı yıllarda taraftar toplayabilmiş. Kemal Işık’ın bu bölümdeki bir başka yorumu ise İslamiyet’in doğduğu yıllarda Arap yarımadasının neredeyse tamamen putperest olduğu ile alakalı. Kemal hoca ile hemen aynı yıllarda eser veren Bahriye Üçok ise bu duruma katılmamış. O yıllarda Arap yarımadasında “Allah” kelimesinin tek tanrıyı ifade eder şekilde yayılmış olduğunu, Hanif dini mensupları ile birlikte semavi dinlere mensup olan kalabalık kitlelerin varlığını anlatan Üçok putperestliğin sadece bir gelenek olarak varlığını sürdürdüğünü söylemişti daha önce okuduğum İslam’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler adlı eserinde. İki görüşün birleşiminden, İslam öncesi Arap coğrafyasında dinden ziyade geleneğin baskın olduğu bir inanış şekli olduğu çıkarımında bulunabiliriz sanırım. Yine giriş kısmında yazar İslamiyet’in ilk dönemlerinde Müslümanlar arasında vuku bulan tartışmaları anlatarak çeşitli fikir ayrılıklarının ve bilhassa itikadi konularda Müslümanlar arasında ayrılıkların nasıl ortaya çıktığının ilk örneklerini de vermiş. Kader konusu Hz. Peygamber zamanında itibaren tartışılagelen bir konu olmuş. İslam’ın ilk dönemlerinde bu türlü konuların konuşulması bile neredeyse yasaklanırken çeşitli medeniyetlerle karşılaşıldıkça değişik fikir akımları ortaya çıkmaya başlamış. Yazarın selefler, nakilciler olarak isimlendirdiği muhafazakâr grubun karşısında değişik fikirleriyle kelamcılar çıkmış. İşte Mutezile de kelamcılardan bir grup olarak İslam’ın yayılması ile birlikte ortaya çıkıyor. 

Yazar, İslamiyet’in ilk ihtilaflarını şöyle sıralamış: Birincisi, Hz. Peygamber’in vefatına yakın kendisine bir halef tayin etmek istediği iddialarıdır. Şia’nın iddiasına göre Peygamberimiz Hz. Ali’yi kendisine halef gösterecekti fakat çeşitli hadiseler buna mani oldu. İkinci ihtilaf Hz. Peygamber’in Üsame komutanlığındaki bir orduyu sefere yollaması sırasında kendisinin zaten çok hasta oluşundan dolayı Müslümanlar arasında çıkan tartışmalar. Üçüncü ihtilaf olarak Peygamberin vefatıyla birlikte insanların içine düştükleri ümitsiz hal zikredilmiş. Dördüncü ihtilaf Peygamberimizin defnedileceği yer hususunda ortaya çıkmış. Beşinci ihtilaf halife seçimi hususunda olmuş. Altıncı ihtilaf Peygamberin vefatından sonra zekât vermek istemeyenler yüzünden çıkmış. 

Kitabın birinci bölümü Mutezile’nin Doğuşunu Hazırlayan Sebepler başlığını taşıyor. İslam’ın ilk dönemlerinde Müslümanlar birçok konuda fikir ayrılığına düşüyorlar. Bu ayrılıkların zaman zaman kavgalara dönüştüğü olmuş, zaman zaman da sadece tartışma boyutunda kalmışlar. Hasan Basri, bahsettiğim ilk dönemin önemli isimlerinden birisi. Basra mescitlerinde halkalar oluşturarak münazaralar, fikir sohbetleri düzenlemiş ve tartışmalı konuları gündeme getirmiş. Büyük günah işleyenin münafık olacağını iddia etmiş Hasan Basri. Talebesi olan Vasıl bir Ata ortaya yeni bir görüş atmış. 

“Genel olarak onun bu husustaki görüşü şu noktada toplanıyordu: “Amel imanın bir cüz’üdür; mü’minler, kâfirler ve münafıklar hakkında Kur’an-ı Kerim ve hadislerde varid olan hükümler, büyük günah işleyen kimse hakkında uygulanamaz; çünkü bu gibi insanlar mezkûr ahkâmın şümulüne girmemektedir”. O halde bunların durumuna uyan başka bir hüküm vermek lâzımdır ki, bu da Kebireyi işleyenin ne mü’min, ne de kâfir olmayacağı, ancak onun iman makamı ile küfür makamı arasında üçüncü bir makamda bulunacağı keyfiyetidir” İşte böylece Vâsıl’ınş ahsında Mutezile’nin meşhur “al-Menzile Beyne’l-Menzileteyn” nazariyesi ortaya çıkmış oldu. Vâsıl’a göre iman ile küfür aras ında bulunan günahkâr, tövbe ederse tekrar iman makamına avdet eder; tövbe etmeden ölürse, küfür makamına dâhil olmuş olur.” Vasıl, bu tür insanlara ‘fâsık’ demiş.”

Vasıl bir Ata Hz. Ali ile Muaviye arasındaki fikir ayrılığı hakkında da fikirlerini beyan etmiş. İki taraftan birisinin fâsık olduğunu söylemiş fakat açıkça hangi tarafın olduğunu söylememiş. Arkadaşları ise mevzuyu derinleştirmiş zaman içerisinde. Zamanla değişik konular, bugün de olduğu gibi, Müslümanlar arasında tartışılmaya devam etmiş. Kemal Işık’a göre, çeşitli dinlerden insanların Müslüman olmaları ile birlikte geçmişteki din ve geleneklerini bırakamayan bu yeni gelenler İslam dininin içerisine eskiden kalma fikir ve uygulamaları sokmuş bu da yepyeni tartışmaların ortaya çıkmasına sebep olmuş. Kuran’ın mahlûk olup olmadığı tartışması da bunlardan birisidir. Yazara göre bu tartışmaları ilk ortaya koyanlar İslam düşmanı olduğu kesin olan bazı Yahudi dönmeleridir ki zındıklıkları yine yazara göre sabittir. Daha sonra başka başka kimseler tarafından tartışma farklı boyutlara taşınmış.

İlginç bir kişilikten bahsetmiş yazar. Rum Hıristiyanlarından Sergius adındaki bir vatandaş Muaviye’nin özel kalemliğini yapmış hayatı boyunca. Yezid zamanında da devam ettirmiş vazifesini. Oğlu da devam ettirmiş aynı görevi, ismi St. John olan bu vatandaş “Bilgi kaynağı” adında bir risale yayınlamış. Yazarın bundan ve bunun gibi kişilerden bahsetmesinin sebebi İslam felsefesine etki eden yabancı kaynakların da var olduğunu daha iyi anlatabilmek. Gerek Emeviler döneminde gerekse Abbasiler döneminde fikir tartışmaları her dinin mensuplarının katılımıyla gerçekleştiriliyor.

“Makrizi’nin kaydettiğine göre, İslâmiyette “kader” meselesini ilk defa ortaya atan Ma’be d al-Cuhani (Ölm. H. 80 /M. 699), bu fikri Ebû Yunus Senseveyh (al- Esvâri) adında bir hıristiyandan almıştır.”

Yazara göre, Mutezile’nin doğuşunda da yabancı tesirlerin varlığı aşikardır. İrade, ihtiyar, kader, Kuran’ın mahluk olup olmadığı, Allah’ın sıfatları, insanın yapma gücü… en temel konular. İnsanın hiçbir iradesinin olmadığını iddia eden Cebriyye karşısında insanın her şeyi kendi iradesiyle gerçekleştirdiğini iddia eden Kaderiyeciler çıkmış. Mutezile ikisinin orta yolu olan farklı bir görüş ortaya atmış. İlk ortaya çıktıklarındaki günah işleyenin durumu ile alakalı da benzeri bir görüşleri vardı. Buradan yola çıkarak Mutezile orta yolcu bir fikri akımı diyebilir miyiz? Bilmiyorum. Bana ilginç gelen bir diğer iddia ise Fars kültürü ile karşılaşan Arapların mücadelesinin felsefi boyutlarıyla ilgili iddialar oldu. Farslılar kendilerini Araplardan üstün görmüşler yüzyıllar boyu, karşılaşıp mağlup olunca altta kalmanın verdiği eziklikle intikam yoluna gitmişler. Çeşitli kelami görüşlerin kaynağının İslam’ı bozmak için Farslıların uydurduğu şeyler olduğunu ima etmiş Kemal Işık. Mutezile’nin prensiplerinin Farslara reddiye olduğunu söyleyen çeşitli oryantalistlerin de isimlerini vermiş kitabında.

Dönemin felsefi cereyanları da Mutezile’nin olsun diğer kelam okullarının olsun doğuşlarında etkili olmuş. Yüzlerce yıllık İskenderiye Okulu, İranlılar tarafından kurulan Ruha okulu, Kisra Enuşervan tarafından kurulan Cundişapur okulu, Eflatuncu ve Pythagorascı Harran okulu o İslam’ın erken döneminde faaliyetlerini sürdürüyor olan felsefe okullarıyken Abbasi halifeleri Mansur ile başlayan, Me’mun’un Beytul Hikme’yi kurması ile devam eden süreç felsefi açıdan oldukça zengin bir ortam oluşturmuş.

Kitabın ikinci bölümü Mutezile’nin doğuşu, gelişmesi ve çökmesi başlığını taşıyor. Mutezile’nin doğuşu ile ilgili klasik hikâye Vasıl bin Ata’nın, Hasan Basri’nin sohbetinden ayrılması ve ayrılma manasındaki itizal kelimesinden türemiş bir ismin bu fikrin müntesiplerine verilmiş olması. Yazar buna pek katılmamış. İsmin kaynağının bu fırkanın fikirlerinin genelden ayrı olması olduğunu söylüyor. Tarih olarak da hicretin 100. yılı civarlarında ortaya çıkmış olması mantıklı görünüyor.

Yazarın katılmadığı görüş şöyle: “Vâsıl b. Atâ’nın Hasan al-Basri’nin meclisinden ayrılarak, arkadaşı Amr b. Ubeyd ile büyük günah (Kebire) işleyenlerin küfür ile iman arasında mutavassıt bir yerde (al-Menzile beyne’l -Menzileteyn) kalıp mutlak surette ne mümin ve ne de kâfir olmadıklarını söylemeleri üzerine, Hasan al-Basri’nin bunlar hakkında, “kad kavle’l-umme” yâni Ehli islâmın görüşünden ayrıldılar demiş olması, diğer bir rivâyette de, ayni sebepten dolayı Hasan al-Basri’nin meclisinden uzaklaştırılan Vâsıl için onun, “kad i’tezele anna’l-Vâs ıl” yani Vâsıl bizden ayrıldı demesi, Vâsıl’ın ve onun gibi hareket edenlerin “itizâl edenler” anlamına “Mutezile” adı ile andmalarına sebep olmuştur.

Mutezile’nin bu ismi dışında diğer isimleri de varmış. Kendilerine Ehl al-Adl va’t Techid ismini vermişler fakat başkaları tarafından al-Kaderiyye, al-Cehmiyye, al-Muattile, al-Havaric ve al-Vaidiyye gibi isimlerle de adlandırılmışlar.

Mutezile’nin fikirleri Emevi halifelerinin sonuncuları tarafından resmen kabul edilmiş. Abbasiler döneminde inişli çıkışlı bir süreç yaşamış. Harun Reşid döneminde parlak bir döneme girmiş. Halife Me’mun döneminde en parlak dönemini yaşamış zira Me’mun Mutezile’yi resmi mezhep olarak kabul etmiş. Aynı Me’mun, 827 senesinde Kuran’ın mahlûk olduğu fikrini resmen kabul etmiş. Sonrasında bütün Müslümanları bu fikri kabule zorlamış ve bu zorlamayla birlikte İslam tarihinde “mihne” dönemi başlamış olmuş. Başta Ahmed bin Hanbel olmak üzere, insanlar sorgulanarak bu fikri kabullenmeyenler türlü işkencelere tabi tutulmuşlar. Me’mun’dan sonraki halifeler döneminde de bu zulüm devam etmiş. Belki de Mutezile düşüncesinin sonunu bu dönemler getirmiş. Daha özgürlükçü bir fikir ortaya atmış olsan da bunu baskıyla kabul ettirmeye zorlamayacaksın demek ki. Mu’tasım zamanında, Mutezile ekolünün en önde gelen ismi olan Ahmed b. Evi Du’ad çok geniş imtiyazlar elde etmiş ve bu yüzden tartışmalar (baskılar) gittikçe artmış. Mihne devrinin son halifesi olan Vasık’ın vefatıyla Mutezile’nin parlak dönemi sona erer. 912 yılı dolaylarında Eşari mezhebinin kurulması Mutezile için ağır bir darbe olmuş. Halk arasında zaten çok fazla antipati toplayan Mutezile yavaş yavaş sönmeye başlamış. Sonraki dönemlerde, Şii olan Büveyhoğullarının kuvvetlenmesi ve Mutezile alimlerinin bazı şii akidelerini kabullenmesi ile Mutezile yeniden parlak bir dönem yaşamış fakat Büveyhilerin yavaş yavaş güç kaybetmesi ile bu dönem de binli yılların başlarında sona ermiş. Bu tarihten sonra ön Asya’nın çalkantılı dönemleri ile Mutezile de çalkantılı bir döneme giriyor. Büveyhoğulları ile şii akidesine yaklaşan mezhep, Sünni olan Gazneli Mahmud’un güçlenmesi ile gücünü daha çok yitiriyor. Gazneli Mahmud, bu felsefe ile ilgili kitapları dahi yaktırmış döneminde. Tuğrul Bey döneminde, vezir Amid el-Mülk’ün Mutezile taraftarı olması sebebiyle yeniden rağbet gören fikrin takipçileri Eş’ari fikriyle mücadele etmiş, minberlerde Eş’ari fikrini lanetlemiş. Alparslan iktidara geldiğindeyse bu veziri öldürtüp Eşari olan Nizamülmülk’ü vezarete getirince Eş’ari düşüncesi altın çağına girmiş.

Bin yüzlü yıllarda yaşayan Zamahşeri ile bin dört yüzlerde yaşayan Harizmi, Mutezile fikrinin önemli temsilcileri arasında sayılmış. Şii olan Zeydiye fırkası bugün de yaşamakta ve Mutezile fikirlerini savunmakta diyor yazar. Özgürlükçü bir mezhep olarak ortaya çıkan Mutezile, baskı ile kendisini ifade ettiği için tarihe karışmış gitmiş.

Kitabın üçüncü bölümü Mutezile’nin kelami görüşleri başlığını taşıyor. Mutezile’nin beş temel prensibi var. Bunların birincisi Tevhid. Allah birdir, eşi benzeri yoktur, sebepsiz olarak vardır. Diğer prensipleri Adalet. İnsanlar kendi fiillerinden sorumludur ve Allah’ın adaleti bu fiillere göre tezahür edecektir. Fiilleri Allah yarattı diyerek sorumluluk kabul etmemek olmaz. Al-Va’d va’l-Vaid prensibi iyi işler işleyenin âhirette sevaplandırılması, kötü amelde bulunanların ise âhirette ceza görmesi manasına geliyormuş. Al-Menzile beyne’l-Menzileteyn prensibi var bir de. Bu da ilk başlarda bahsedilen, günah işleyen ne oluyor sorusuna verilen cevapla alakalı. Ne kafirdir günah işleyen ne de tam Müslüman. İki menzil arasında, ortadadır bu kimse. Son prensip ise emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker. Her Müslüman iyiliği emretmeli, kötülükten men etmelidir.

Bu beş temel prensibin dışında da çeşitli konularla ilgili görüşleri var mezhebin. Örneğin, Allah’ın ahirette gözle görülemeyeceğini söylemişler zira gözle görmek Allah’ı cismanileştirme manası taşır demişler. Kuran’ın mahlûk olması fikri var bir diğer fikir olarak. Tüm prensiplere baktığımız zaman aklı öncelediği ve çok önemsediği görülüyor bu mezhebin. Hür düşüncenin temsilcisi olarak insanların kendi iradelerinin olduğunu ve her şeyi kadere yükleyerek sorumluluktan kaçılamayacağını beyan etmiş mezhep düşünürleri. Müslümanların her şeyi Allah’a ve kadere yüklemelerinin karşısında durmuşlar.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir