Tavzif

Bir adam bir mevzuyu hararetle anlatıyor. Eli kalkıyor, iniyor, sonra yine kalkıyor, yine iniyor. Ayakları bir enstrüman çalarken tempo tutuyormuş gibi inip inip kalkıyor. Konuşurken tempo tutuyor, dinlerken duruyor. Koltuğa oturmuş, elleri koltuğun tutacak yerinin ucunda, kollarını paralel bir şekilde koltuğun koluna yatırmış. Kol inip kalkmadığı zamanlarda ölü bir balık gibi.

Adam karşısında oturanlara bir şeyler anlatıyor, tek tek her birinden bir şeyler istiyor. Otururken çok rahat, göbeğinin kat kat olduğu kat kat olmuş gömleğinden ve kravatından belli oluyor. Karşısında oturanlar aynı ölçüde gergin. Adamın el kol hareketlerinden, koltuğa oturuş şeklinden kendine ne kadar güvendiği belli oluyor, elemanlarına görev veren bir şirket sahibi olma ihtimali var. Personeline iş buyuran bir müdür de olabilir, takipçilerine nasihat eden bir cemaat lideri ya da fikir önderi de olabilir. Küçük bir ihtimalle de aile fertlerinden bir şeyler isteyen babadır. Karşısındakilerin üzerinde mutlak bir otoritesi olduğu kesin. Dinleyicilerinin dikkatinden, gözlerini kırpmadan adamın dudak hareketlerini takip etmelerinden, bazısının bu dudaklardan çıkan hiçbir kelimeyi kaçırmamaya çalışarak not almasından belli bu otorite.

Hayatımız belli otoritelerin sözlerini dinlemek üzerine kurulu. Bazı vazifelerimiz var bizi vazifelendiren, tavzif edenler var. Sorunsuz bir hayat yaşamak için bizi tavzif edenlerin sözlerine kati surette itaat ediyoruz. İş yerinde amirimizin, patronumuzun; evde anne babamızın; okulda öğretmenimizin verdiği işleri yerine getiriyoruz ve bu yerine getirme performansımızın yüksekliğine göre de rahat ediyor, hayatımızı sorunsuz bir şekilde idame ediyoruz. Bizi tavzif edenlerin niteliğine göre duyduğumuz kalbi muhabbetin ya da belki nefretin yanında mutlak surette saygı da gösteriyoruz. İlişkilerimizin temel prensibi “kazan kazan”. Hem biz kazanıyoruz, hem karşıdakine kazandırıyoruz.

Manevi dünyamız açısından hadiseye baktığımızsa ise bambaşka bir durum söz konusu. Geçen haftaki “kuş” yazımda bir yaratıcının varlığı ve bizden muradından bahsetmiştim. Bir yaratıcı varsa muhakkak ki bizden de bir muradı var. İnananlar için hayatın gayesi bu murad çerçevesinde ömür sürmek ve bu muradı yerine getirmiş olarak hayatı tamamlamak olmalı. Bizim inanç dediğimiz cevher benzine, murada yönelik davranışlar da motora benzetilirse bu motor benzin olmasına rağmen bazen hiç hareket etmiyor. İş, kariyer, dünya menfaati motorları benzini bittiğinde dahi iterek de olsa hareket ettirilirken maneviyat motoru hep durağan. Geçici olan dünyayı biraz fazla umursayıp baki olduğuna iman ettiğimiz ahiret için kılımızı kıpırdatmıyor oluşumuz inancımızdaki samimiyetsizliğe delalet ediyor. Yoksa dolu olduğunu zannettiğimiz ve her fırsatta doluluğunu dile getirdiğimiz o depoda benzin yerine su mu var?

Samimiyet her kapının anahtarı. Dünya gailesine harcadığımız emeğin arka planında çok samimi bir şekilde dünyayı kazanma isteğimiz yatıyor. Etrafımızdakilerden, akranlarımızdan, akrabalarımızdan ve daha dış dairelere gidilince tüm insanlardan üstün olma arzusu ile çabalayıp, bu dünyada bırakıp gideceğimiz mallar, makamlar elde etmeye uğraşıyoruz. Aynı samimiyeti inancımız için gösterdiğimiz takdirde kazancımız rakamlarla ve harflerle ifade edilemeyecek kadar çok olacak ama ne yazık ki sözde inandığımız ve uğruna yaşadığımızı iddia ettiğimiz değerlerin yeri sıralamada çok geride. İnandığımız yaratıcının bize verdiğine inandığımız vazifelerin yerini niyeyse hep hayat döngümüzün içinde mantıken daha az yer tutması gerekenlerin verdiği vazifeler alıyor ve geçici kazançlar sağlayacak olan vazifeler hep baki neticeler verecek olanların önüne geçiyor; onların ertelenmesine sebep oluyor.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir