Altıncı Şehir [Ahmet Turan Alkan]

Turfe dükkânı-ı hikemdir bu kühen tak-ı felek
Ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı

Altıncı Şehir’i okumaya başladığımda Malatya adına hayıflanmadım değil. Altıncı Şehir, Malatya olmalıydı ya da en azından bir “Yedinci Şehir” yazılmalıydı Malatya için. Kitap bittikten sonra hayıflanmamın yersiz olduğunu anladım. Altıncı Şehir aslında Malatya’ydı. Dünya var oldukça var olacak bir değişimin kısa bir sürecinden bahsediyordu ve bu kısa süreç “şehir”likten “kent”liğe dönüşen tüm şehirlerin hikâyesiydi. Yüz yıl öncenin İstanbul’unun, elli yıl öncenin Sivas’ının, Malatya’sının ya da yirmi sene öncenin Bingöl’ünün, Bilecik’inin. Şehirlerde insanlar gibi yavaş yavaş değişir, belirli dönemlerde kabuklarını atarak bambaşka bir şekle bürünürler. Bu değişim yavaş olduğu için, şehirde yaşayanlar kolayca fark edemezler fakat geriye dönüp yirmi, otuz, kırk sene evveline baktıkları zaman anlarlar ne kadar çok şeyin değiştiğini. Ahmet Turan Alkan’da Sivas’ın değişimini anlatmış eserinde. Hem hatıralarından hem de kimle kıyaslayacağımı bilemediğim çok kuvvetli kaleminden faydalanmış. Kitabın sonundaki “Şimdi pişmanlık haletindeyim; çok güzel şeyleri çok kötü yazmış olmanın çağırdığı bir pişmanlık. Elbette ki bir vakt-i merhun’da daha güzel yazabilirdim; ama o vakitte orada olamamak endişesi de var” hayıflanması da yersiz. Bundan daha güzel anlatılamazdı bir şehir.

Kitap dört bölümden oluşuyor. Birinci bölümde bir şehre ait olma şuurundan bahsediyor yazar. Bugün şehirlerde artık “yerlilik” kavramının pek geçer akçe olmamasından bahsederken “ümran ve refah” arayışını her şeyin üstünde tutan, bağlı olduğu bir yeri olmayan, her an daha iyi başka bir yere göçmek üzere hazır bulunan bir muhacir grubunun artık yerlilerin yerini almış olduğunu gözler önüne seriyor. Hakikaten Malatya’ya da bakınca aynı durumun ne kadar geçerli olduğunu görüyoruz. Tabi ki büyümenin kaçınılmaz sonudur sokağa çıkınca gördüğünüz simaların artık tanıdık olmaması, selamlaştığınız ahbap sayısının yıllar geçerken giderek azalması, şehrin kalabalığını öğrenci-asker-memur gibi muhacir sınıfların oluşturması ve ülke genelinde artık “annem şuralı, babam buralı, ben şurada doğdum, burada büyüdüm, burada okudum…” diyerek bir yere ait olmamanın esas, ait olmanınsa istisnaya dönüşmesi. Yine de belki insanlık tarihiyle yaşıt olabilecek bir duyguyla insan çocukluğunu ve çocukluğunun geçtiği mekânları özler durur. Babam Malatya’nın 50’li yıllarını özlerken ben 80’li yıllarını özlüyorum, benim çocuğumsa 2010’lu yıllarını özleyecek. Şehirlerin kendilerini farklı kılan özelliklerini yitirip yazarın ifadesiyle kentlere dönüştüğü bu zamanlar benim için çocukluğumun da artık geri dönmemek üzere kaybolduğu zamanlar anlamını taşıyor. Bütün şehirler bir küçük New Yor, ya da bir küçük Ankara olmak için değiştiriyor çehresini. Fahri Kayahan bulvarından aşağı inerken ya da hâkim bir tepeden Karakavak mıntıkasına bakarken gördüğünüz inşaat, yeni yapılmış site tarlası bu benzerliğin en güzel ispatı. Kayseri’ye de gitseniz, Antep’e de gitseniz aynı tarladan birkaç adet göreceksiniz. Şehri geçmişiyle bağlayan bazı yapılar olmasa hiçbir şehir yekdiğerinden farklı olmayacak.

“Burası sizi ürkütmeyen, endişelendirmeyen, korkutmayan, “emin bir belde”dir. Şaşırmazsınız; olmadık bir sürprizle karşılaşmanın tedirginliği yoktur bu şehrin sokaklarında. Şehrin her köşe-bucağını ezbere bilmek de bıkkınlık vermez. Size tanıdık gelen her mahalde, keşfedebileceğiniz yeni ayrıntıların heyecanı saklıdır. Günün birinde, “a bu burada mıymış?” diye fark eder sevinirsiniz.” Ahmet Turan Alkan’ın neden Sivas’tan kopamayıp, bir yazar olarak büyük şehre göçemeyişini en güzel şekilde bu satırlar ifade ediyor bence. Bir şehri bu kadar içselleştirirseniz artık sizin kökleriniz haline gelmiştir o şehir. Malatya için hissettiklerimin yazıya dökülmüş olduğunu görmek sevindirici oldu benim için de.

“Bizim bir insan tipimiz vardır ve bu karakter bütün orta Anadolu’da şaşılacak derecede yaygınlık gösterir. Vatanseverdir, toprağa ve memlekete bağlıdır. Kendisini –aslında pek de öyle olmadığı halde- bütün memleketin tapu sicil muhafızı zanneden bir karakter. Yokluğa düştüğünde eline tencere, file, döviz-pankart ya da silah alıp bağırmayan, isyan etmeyen, haykırmayan bir sahiplik duygusu içindedir…bütün memleketin zübdesi gibidir. Başı devlete bağlı ve ulul-emre karşı mutidir. Asırlardan beri idare edilmiştir, asırlardan beri idare edildiği halde kendini memleketin sahibi, jandarması ya da ammenin vicdanı zanneder. Onda, şevket ve debdebesinden bir şey kalmadığı halde hanedan geleneklerine sıkı sıkıya riayet eden düşkün bir aristokrat haleti vardır. Karşıdan bakınca enayi gibi görünür, ama hakikaten asildir. Asaleti, soy kütüklerine, toprak derebeyliklerine, aşiret ve hanedan sülalelerine bağlı değildir, ruha aittir, fıtridir.”

Kitabın ikinci bölümünde geçmiş yılların Sivas’ını anlatıyor yazar. Tabi ben Malatya diye okuyorum tüm yazılanları. Locadan aşağı sigara izmariti atan sinema izleyicisine yapılan ikazları, tasavvura imkân bırakmayan televizyonlardan önceki dönemlerde hayal gücünün nasıl canlı olduğunu sanki Malatya’nın geçmiş zamanlarıymış gibi okudum. İnsanların televizyon ve internet öncesi dönemlerde içtimai hayatın içinde ne kadar fazla yer aldıklarını ve evlerindeki televizyon-bilgisayar karşısındaki tek kişilik dünyalarına çekildikçe şehir kültürünün birey kültürüne dönüştüğünü daha iyi anladım.

Kitabın üçüncü bölümünde ise mekânların geçmiş zamanları anlatılıyor. Şehrin çarşısının bir zamanlardaki düzeni. Cami avlusunda traş yapan berberler, seyyar dondurmacılar, kadınlar hamamında dayak yiye yiye yıkanan çocuklar, Kızılırmak, Çerkez’in kahvesi, bahçeler, bostanlar, Alirıza eczanesi ve matbuat âleminin yıldızları. Daha sonra son bölümde geçmiş zaman kişileriyle birleşiyor bu mekânlar. Tamburi Cemil hayranı saatçi Hüsnü Emmi, şeyh efendi, faytoncular, kuşçular, deliler ve sarhoşlarıyla Sivas şehrinin bir dönemi tamamlanmış oluyor.

Başta dediğim gibi ben Malatya’yı okudum bu kitapta. Yavaş yavaş zihnimdeki imajları puslulaşmaya başlayan çocukluk günlerimin Malatya’sı ve yazarın yaşına geldiğimde belki de aynı hüzünle hatırlayacağım bugünün Malatya’sını. Ahmet Turan Alkan dediğim gibi hem Sivas’ı yazmış hem de kaleminin kuvvetiyle müthiş bir edebi eser meydana getirmiş. İkisinin bir araya gelmesi de bana bayram ettirdi bir okuyucu olarak. 158 sayfalık bu kitap Ötüken yayınlarından 1992 yılında çıkmış.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir