Bozkır İmparatorluğu [Rene Grousset]

Bozkır İmparatorluğu, uçsuz bucaksız Orta Asya bozkırlarının ilk ve orta çağlardaki tarihini anlatan bir kitap. Milattan önceki dönemlerden başlayarak 1700’lü yıllara kadar gelen kapsamlı bir çalışma. İskitler ve Hunlarla başlayan birinci fasıl Göktürkler, Uygurlar ve Kıtaylar ile devam ediyor. İkinci fasıl Cengiz Han (Kitapta Çengiz diye geçmiş) Moğolları adını taşıyor, Çengiz Han’dan başlayarak Aksak Timur’a kadar olan dönemi anlatıyor. Son fasıl ise Rusya Moğolları, Şeybaniler ve son Moğollara kadar geliyor.

Kitabın yazarı René Grousset 1885 doğumlu, Fransız bir Tarihçi. Bu eserini 1921 yılında Histoire de l’Asie adıyla yazmış. Dilimize çeviren ise Dr. M. Reşat Uzmen olmuş. Ötüken Yayınları tarafından redakte edilmeden basılan bu eser ekleriyle birlikte 632 sayfa.

Kitabın ilk bölümü bozkırların eski tarihini anlatarak başlıyor. İskitler ve Hunların ortaya çıkışları, tarihi rolleri ve kültürleri üzerine yapılan uzun ve detaylı bir araştırma olmuş. Hunların aslında Türk olduğunu düşünürüz hep. Yazar da bunun bir ihtimal olduğunu söylemekle birlikte kesin olarak Hunlar Türk’tür demiyor. Zaten kitap boyunca Türk ve Moğol milletlerinin çoğunlukla iç içe geçtiklerini göreceğiz. Baskın bir kültürle karşılaşan her kavmin başına geldiği gibi, birbirleri ile karşılaştıkları zaman Moğollar yer yer Türkleşmiş veya Çinlileşmiş, Türkler Çinlileşmiş ya da başka milletlere dönüşmüşlerdir. Hunlardan “ordu gibi teşkilatlanmış bir millet” olarak bahsedince yazar, okuyucu da Hunların Türk olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyor ister istemez. Meşhur bozkır taktiği de Hunların sıkça başvurdukları bir taktiktir ki bu da Hilal taktiği adıyla yine Türklere izafe edilir. Hunlar okçu bir kavim. Çoğu zaman düşmanlarıyla karşılaştıklarında onları ok atışlarıyla yorarak tırpanlar; susuzluk, açlık, moralsizlik ile bitkin hale düşürürler.

Bizim ulaşabildiğimiz tarihi bilgiler, Çin’e yakın olan Hun kavimleri ile ilgili bilgiler. Yazarın da ifade ettiği gibi, Çin’e yakın olmayan kavimlerin tarihlerine daha zor ulaşıyoruz zira böylesi büyük bir yerleşik medeniyetin yakınında olmak tarihin yazılması açısından avantajlı bir durum.

Hunlar ve daha birçok Türk boyu Çin civarında yaşayarak Çin’e akınlar düzenliyor. Genellikle bu yerleşik ve büyük medeniyetle karşılaştıktan sonra etkisi altına giriyorlar. Çin kültürünün ve Buda dininin etkisi altına giren kavimler kısa sürede Çinlileşiyorlar. Bunların örneklerinden çokça var kitabın içinde. Mesela Tabgaçlar. 500’lü yıllardan 750’li yıllara kadar hızlıca Çinlileşmişler.

Hunlar ve diğer göçebe toplulukların tafsilatlı anlatısından sonra Göktürklere geçilmiş. Orta Asya kavimleri genellikle aynı karakteristik özellikleri gösteriyorlar. Savaş disiplinleri çok yüksek. Gök Tanrı’ya inanıyorlar. Bazı dönemlerde bir tane liderin etrafında toplanıyor, onun ölümüyle de tuzla buz oluyorlar. İran ve Çin gibi yerleşik medeniyetlere yaklaştıkları anda onlar tarafından eritiliyorlar. Kitabın bir yerindeki şu ifade ilginç: “Doğu Gök-Türkleri, Bilge Kağan vezirlerinden biri tarafından zehirlenerek öldürüldüğü sırada büyük medeniyetler akımına girmek üzereydi.” Hakikaten Orhun Kitabeleri okunduğu zaman anlaşılıyor ki medeniyet yükselişe geçerken hep sekteye uğramış. Uygurlarda ise durum biraz terse dönmüş. Uygur Türkleri medenileşmiş ve Çin’le karşılaşıp erimek yerine Moğol’la karşılaşıp eritmişler. Medeniyet kavramını Asya içinde sürekli yer değiştiren bir sıvı olarak düşünebiliriz. Bir bakıyorsunuz vahşi Moğollar delice kan dökerken aradan elli sene geçtikten sonra karşılaştıkları medeniyetlerin etkisiyle değişmişler fakat bu değişim sonlarını hazırlamış.

751 senesi Orta Asya tarihi açısından önem taşıyor zira bildiğimiz Talas Savaşı sıralarında Çinliler güçlenmiş ve Asya’ya hâkim olmak üzerelermiş. Buradaki mağlubiyetleri neticesinde talih dönmüş ve Asya Çinlileşmekten kurtulmuş.

Yazar Göktürklerden sonra Uygurlardan bahsetmiş. Sonrasında Şa-t’o Türkleri, Kıtaylar, Cürçetler anlatılmış. Buradan sonra Türklerin yavaş yavaş İslamlaşmaya başladıkları dönemlere geçilerek Karahanlılar, Selçuklular, Gazneliler anlatılmış. Rus tarihçileri ilk defa 1054 yılında Oğuzlardan bahsetmiş. 11. yüzyılda bir kısmı Güney Rusya’da, bir kısmı İran’da, bir kısmı ise Tuna boylarında dolaşan bu birbirleri ile gevşek bağları olan göçerler sonrasında büyük imparatorlukların çekirdeğini oluşturacaklardır. Tuğrul Bey’in ortaya çıkması ile güçlenen Selçuklular hızlı bir şekilde İran kültürünün de etkisi altına giriyorlar. İran-Arap idari kavramları Selçuklu idari sisteminde kullanılıyor.

Selçukluların ilk zamanlarında din kavramı çok kuvvetli değişken zaman içerisinde yayılmayı kolaylaştırması açısından dini argümanlar daha sık kullanılmaya başlıyor. Başka kitaplarda da Selçuklu sultanlarının zaman içerisinde politik olarak Abbasi halifesini yaklaştıklarını okumuştum. Sünni-İslam başlarda politik bir enstrüman olarak kullanılmış zira Şii-Sünni çekişmesinin dorukta olduğu yıllarda ortaya çıkıyorlar.

Selçuklu sultanları çok hızlı bir şekilde İran kültürü ve idari organizasyonunu kabul etseler dahi bunu aşiretler seviyesine indirmeleri kolay olmamış. Farsçanın dil olarak saray erkânı tarafından benimsenmesi halkta da aynı yönelimi oluşturmamış. Burada kültürel bir karşılaşma var. Göçebe Türkler İranlaşmıyorlar, yerleşik İranlılar da güçlü bir kültürleri olduğu için Türkleşmiyorlar. Yöneticiler Farslaştıkları için yerleşik kültürü göçebelerden korumak için onları başka taraflara, mesela Anadolu’ya aktarıyorlar. Bu durum hem Fars medeniyetini yok olmaktan kurtarıyor hem de Anadolu’nun fethini hızlandırıyor.

Selçuklulardan sonra Harzem Devleti’ne geçen yazar, Çengiz’in bu ülkeyi kâğıttan kaleleri yıkar gibi yıkmasının sebebinin henüz teşkilatlanmamış yeni bir devlet oluşuna bağlayarak hadisenin devamını Çengiz bölümüne bırakarak yönünü yine Asya bozkırlarına çeviriyor.

Avarlar’ın İstanbul’u kuşattıklarını biliyordum, 626 yılında birkaç ay boyunca sürmüş kuşatma. Yazar bu kavimden Moğol olarak bahsetse de biz Türk olarak tanıyoruz kendilerini. Fakat Avrupa’ya giden Türk milletlerinin çoğu gibi Avarlar’da yavaş yavaş Hıristiyan oluyorlar. Bir Avar tudunu 795 yılında vaftiz olmuş. Gerisi bildiğiniz hikâye. Bulgarlar 9. asrın ortalarından itibaren Hıristiyanlığa geçiyorlar ve süratle Slavlaşıyorlar. Keza Macarlar da öyle. Hazar İmparatorluğu genel itibariyle Müslüman bir devlet fakat Musevilere karşı müsamahakâr oldukları için Musevi nüfusu da fazlalaşıyor. Biz tek Türk-Yahudi devleti diye biliyoruz bu devleti fakat yöneticiler Musevi olsa da halkın büyük kısmı Müslüman, önemli bir kısmı da Hıristiyan.

Orta Asya’da bu kitabın konu aldığı yüzyıllar boyunca dinlerin cirit attığını görüyoruz. Çinliler de Türkler de Moğollar da yer yer Budizm, yer yer Müslümanlık yer yer Hıristiyanlık dinine mensup olabiliyorlar. Hıristiyanlığın günümüzde Asya’daki ağırlığı fazla olmasa da o zamanın dünyasında bu coğrafyada oldukça yaygın olduğunu görüyoruz.

Kitabın ikinci faslı Çengiz Han diye başlıyor ve Çengiz sonrasında torunlarına ve onların torunlarına kadar olup biten hikaye ediliyor. Çengiz ya da Cengiz, bildiğimiz gibi dünyanın en büyük zalimlerinden birisi. Yazar, Çengiz’in zuhuru sırasındaki Moğol kavimlerinin bir kısmını Türk olduğunu düşünüyor. Zaten kurulacak olan imparatorluğun da önemli bir kısmı Türklerden oluşacak ve zaman içinde Türkleşecektir. Çengiz’in yükselişi zalimlikle başa baş gidiyor. Gittiği yerlerde genel itibariyle canlı bırakmamaya yönelik bir davranış biçimi var bu zalimin. Yine de kendi içinde bir “yasak” uygulayarak ülkesinin düzenini de sağlıyor Çengiz Han. Dini temelli bir hareketi yok hatta din konusunda biraz da tedirgin olduğu için dinlere karışmıyor Çengiz. Fakat dinlerin mensuplarını da ayırt etmeksizin katlediyor. Detaya girmeyeyim şimdi fakat şu anekdot enteresan: Çin seferi sırasında bir generali savaşa yatkın olmadıkları için fethettikleri yerde bulunan 10 milyon Çinliyi hemen katletmeyi teklif ediyor. Çengiz de bunun mantıklı olduğunu düşünürken araya giren Ye-liü Ç’u-ts’ai adındaki başka bir vezir duruma engel oluyor.

Çengiz aradığı ölümsüzlüğün sırrına eremeden dünyayı kendisinden kurtarıyor yetmiş küsür yaşında, yoksa dünyada insan bırakmazmış. Arkasından ülkesi oğulları arasında pay ediliyor. Bir tane merkezde büyük han seçiyor, kendi içlerinden bağımsız devletçiklere bölünüp yüzlerce yıl boyunca birbirlerini yiyorlar. Batu’nun önderliğinde kurulan Altın Ordu devleti Karadeniz’in kuzeyinde uzun yıllar hüküm sürüyor. En doğuda torunu Kubilay Çin’i fethederek burada hüküm sürüyor. İran civarlarında İlhanlılar, orta kısımlarda Çağatay devleti kuruluyor. Zaman içerisinde bu devletlerin sayısı artıyor, azalıyor.

Bir ara Celaleddin’den de bahsetmiş yazar. Parlak bir kumandan olmasına rağmen politik bir zihniyetinin olmadığını söylemiş ki doğru bir yargı. Celaleddin’de biraz akıl olsaymış Moğolları Anadolu’ya girmeden bertaraf edebilecekmiş.

Cengiz soyundan gelenlerden Kubilay’ın Çin’de kurduğu devlet çok uluslu bir imparatorluk olarak tasvir edilmiş yazar tarafından. Dünyanın o yıllarında medeniyetin de zirvesine çıkmış bu devlet. Marco Polo’nun seyahatnamesinde etraflıca tasvir edilmiş Kubilay Hanlığının gelişmişlik seviyesi.

“1307 yılında Prens Ananda başarıya ulaşıp, Kubilay’ın hanedanı İslam dinine girse idi durum çok daha ciddi olabilirdi. İslam’ın zaferi eski Çin medeniyeti için korkunç bir darbe olurdu. Uzun tarihi boyunca bu eski medeniyetin karşısına çıkmış en büyük iki tehlike belki de 1307’deki Ananda’nın teşebbüsü ile 1404 yılında ölüm yüzünden akim kalmış olan Aksak Timur’un istilasıdır.”

Kubilay’ın halefleri Hıristiyanlığı seçiyorlar. Yerleşik hayatın zevkleriyle geçmişlerini unutarak yok olup gidiyorlar. Çağatay Hanlığı ise Müslümanlığı seçiyor fakat bunlar da Türkleşiyorlar. Bu arada, Kubilay Hanlığı ve Çağatay Hanlığı arasındaki bir muhaberenin ve kız alıp vermenin konu alındığı Aptullah Ziya Kozanoğlu’nun Kubilay Han’ın Gelini adlı romanının üzerine kurulmuş olduğu tarihi hadiselerin pek de uydurma olmadığını fark ettim bu kitabı okurken. Romanı bir daha okuyup özetleyeyim bilahare.

Altın Ordu devletiyle ilgili detaya girmiş yazar. Batu tarafından kurulan bu devlet kardeşi Berke tarafından sürdürülen yönetimiyle Mısır Memlûk devleti ile iyi ilişkiler kuruyor. Mısır, Altın Ordu devletinden asker ithal ediyor bu vesile ile. Berke dindar bir Müslüman ve ülkesinin Hıristiyanlaşmasına mani oluyor. Uzun ve parlak yıllardan sonra ortaya çıkacak olan Aksak Timur adlı bir canavar bu ülkeye iyi bir darbe vuracak ve Rusya’ya gün doğacaktır.   

Aksak Timur, kitabın en sinir bozucu bölümü. Yazar da bu adamdan bahsederken şaşkınlığını gizleyememiş. Adam inanılmaz zalim, gittiği yerde taş üstünde taş bırakmıyor fakat Çengiz’den farklı yönleri var. Dindar bir Müslüman olarak görülüyor, dini argümanları ok kullanıyor fakat savaştığı ve katlettiği kişiler çoğunlukla Türk ve Müslüman. Kendisi de Moğol değil, Türk aynı zamanda. Gittiği yerlerde sadece yağma yapıyor ve buraları karmaşaya terk ederek çıkıp gidiyor. Ne uğruna savaştığı da belli değil. İleri derecede ruh hastası bana göre. Gittiği yerlerde herkesi katletmesi ile meşhur. Altın Ordu devletini yakıp yıkıyor, ticaret yollarını yok ediyor ve yerine hiçbir şey inşa etmeden meydanı Ruslara bırakarak dönüyor. O tarihlerde Müslüman olan Hindistan’a saldırıyor. Burada bulabildiği herkesi katlediyor ve Hindistan’ın Türkleşme-İslamlaşma sürecinin önünü tamamen kesiyor. Halbuki burayı kendi haline bıraksa bugün Hindistan’ın Türkçe konuşan Müslüman bir ülke olması ihtimali bile vardı. Bayezid üzerindeki zaferi de Hıristiyanlığı kurtarıyor.

“Bizans, Türkistanlı fatihin Ön Asya’daki zaferinden en büyük kazancı sağlayan ülke oluyordu; tıpkı Timur’un Altın Ordu üzerindeki zaferinden sonra Moskof Prensiliği’nin olduğu gibi.”

Kitap, sinir bozucu Timur faslından sonra Timur ve Çengiz’in soyundan gelen ufak tefek hanlıkların tarihiyle devam ediyor sonuna kadar. Adam üşenmemiş her ayrıntıyı yazmış. Ben okurken üşendim bu iç karışıklıklar, kardeş kavgası tarihini okurken. Sürekli birbirlerini yemiş Türk ve Moğolların parlak devrinin sahiplerinin torunları. Bu arada atı alan Üsküdar’ı geçiyor bildiğiniz gibi.

Mandugay Hatun adındaki bir karakter dikkatimi çekti. 1470 yılı civarında Çengiz’in soyundan gelen son küçük hanlıklardan birisindeki Han’ın karısı bu Hatun. Kocası taht kavgasından ölünce ve Han olacak tek kişi kocasının 5 yaşındaki yeğeni kalınca bu çocuğu tahta geçiriyor ve kendisi savaşlarla devleti kuvvetlendiriyor. Çocuk büyüyünce de bununla evleniyor. Çocuk dediğim Dayan Han’ın iktidarı 73 yıl sürmüş ve mıntıkasında kuvvetli bir devlet kurulmuş.

Türk ve Moğol tarihlerinin önemli bir kısmını anlatmış olan bu değerli eserden şöyle bir ders çıkarıyorum kendimce. Askeri teşkilatlanması iyi olsa da idari teşkilatlanmaları zayıf olduğu için kazanılan parlak başarılar sürdürülememiş. Kardeş kavgası, Post kavgası, taht kavgası derken birbirlerini yiyen Türk-Moğol devletleri hanları bu yüzden hiçbir yere gelememiş. Yine de gelebileceklerken Türk tarihinin üzerine Timur adındaki kara bulut çökmüş. Bu ruh hastası Türk dünyasını inanılmaz bir şekilde sabote etmiş. Dünyada nerede Türk varsa ve iyi durumdaysa gidip ülkesini tahrip etmiş. Adamın hastalıklı ruh hali Ankara Savaşı’ndan sonra Bayezid’in mağlup ettiği haçlı ordularının krallarına mektup yazıp müjde vermesinden belli.

Sonuç olarak: İyi askeri teşkilat, iyi kanunlarla yükselmişler fakat iyi bir idari teşkilat ve uzun vadeli strateji eksikliği tüm bu irili ufaklı devletleri geleceğe taşımamış. Halk seviyesine inerek topyekun bir yükselmedense kardeş kavgası daha çekici gelmiş olmalı.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir