Özyönetim Bidaha

Sevgili dostlar. Özyönetimle ilgili pazartesi günü çıkan yazımla ilgili eleştiri aldığım için konuyu biraz daha derinleştirmek istiyorum müsaadenizle. Burada uzun yıllardır, tamı tamına sekiz yıldır, sizlere ve aynı zamanda uzay boşluğuna sesleniyorum. Size olan seslenişimin fazla yankı bulmayışı sayınızın azlığından kaynaklanıyor. Seslenişimin uzay boşluğunda kıyamete kadar dolaşacak olması da görüp de “yazmasam deliye dönecek” olduğum şeyleri yazmış olarak Allah’ın huzuruna çıkma arzumun imgesel bir yansıması. En azından “yaşadığım gibi yazdım, yazdığım gibi yaşadım” diyebilmek istiyorum. İnşallah sırat-ı müstakim yolumuzdur da, ilahi huzurda yüzümüz beyaz olur.

Aldığım eleştiriye birincil cevabım yukarıda zikrettiğim kısım. “Embedded media” diye bir kavram var yabancı memleketlerde. Türkçesini tam olarak nasıl veririm bilmiyorum. İktidara ya da başka güç odaklarına uydu olmuş diyeyim siz anlayın. Ben, Elhamdülillah, sadece bu gözlerin gördüğünü, sizlerinkinden muhakkak ki farklı olan bir bakış açısını sizlere sunuyorum. Başka bakış açılarını da dinleyip okuyorum. Bu okumalar ve okunmalar okuyanlarımı ve beni sırat-ı müstakim çizgisine yaklaştırır ümidindeyim. Benimkisi de bir göz. Sürç-i lisan ediyorsam affola.

Özyönetim saçmalığı çıktığından beri bariz bir şekilde görülmesi gerekenin görülmediğini düşünüyorum. Biz bu devletin çatısı altında yaşayan seksen milyona yakın bir topluluğuz. Adımızı ve milliyetimizi ve toprağımızı ve ana babamızı ve birçok diğer değişkeni kendimiz seçmedik. Kadir-i Mutlak ve Adil-i Mutlak olan yaratıcımızın takdiri ile geldik buralara. Kimimize Türk, kimimize Kürt denmesi de bizim seçimimiz olmadı. İki yüz yıl öncesine kadar böylesi kavramlarla tanışmamıştık bile. Coğrafyamız fazlası ile karışık ve devingen. Burada yaşadığımıza göre diğer dünya halklarına göre birazcık da olsa daha uyanık olmamız icap ediyor. Değişiklikler oluyor. Dün bilmediğimiz milliyetçilik kavramları bugün oluk gibi kan akmasına sebep oluyor. Bu kavramları devşirdiğimiz-ithal ettiğimiz şeytanın şakirdleri ise bu kandan menfaat topluyorlar. Yeni yeni kavramlar empoze edip neticesinde kendilerine kazanç çıkarıyorlar. Bunları görüp de çatlamamak elde mi?

Özyönetim de beni işte böyle çatlatıyor. Biz bu devletin çatısı altında yaşayan insanlar topluluğuyuz. Seçmediğimiz adlarla, seçmediğimiz kültürel kimliklerle yaşıyorsak bize bırakılan alanda kendi seçimlerimizi iyiden, doğrudan, adaletten, haktan yana kullanmalıyız ki insanca yaşayabilelim. Bu devlet çatısının altı ne yazık ki zaman zaman zulümlere de sahne oldu. Ne yazık ki çok yakın tarihte 28 Şubat süreçleri yaşadık, Müslümanlar ezildi. Ne yazık ki daha önceki dönemlerde Kürtler ezildi. Ne yazık ki daha önceki dönemlerde Aleviler ezildi. Ne yazık ki başka dönemlerde başka başka kişiler ve gruplar farklı farklı şekillerde ağzından burnundan kan gelene kadar dövüldü.

Burada bir parantez açıp devlet mekanizmasının gerekliliğini de tartışabiliriz. Yüzlerce yıldır tartışılır devletin varlığının kaynakları ve gerekliliği. Gerekli ya da gereksiz olabilir fakat bugün itibariyle dünya, devlet dediğimiz organizasyonlardan oluşuyor ve Said Nursi’nin çok güzel örneğine başvurursak eğer: “İşte böyle bir seyahat için iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevâzi idi; diğeri mağrur. Mütevâzii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıü’t-tarîka rast gelse, der: “Ben filân reisin ismiyle gezerim.” Şakî def’ olur, ilişemez. Bir çadıra girse, o nâm ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Dâimâ titrer, dâimâ dilencilik ederdi. Hem zelîl, hem rezil oldu.” Bizim reisimiz de Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bu isimle yaşadığımız sürece tonlarca bela def’ olup gidiyor.

Devlete küserek, isyan ederek, kin güderek ancak korunaksız bir alana taşınabiliriz. Aslolan bu mekanizmayı yoluna yordamına uygun şekillerle hakkaniyete, sırat-ı müstakime yaklaştırmaktır. Herkesin söz hakkının olduğu bir ortamda devlete düşman olmaksızın atılan adımlar bize toplumsal huzuru getirir ancak. Kürt yoğunluğu fazla olan vilayetler kendi kendilerini yönetmek isterse devlet değil devletçik olur ve her türlü tehlikeye açık olur. Onun yerine Kürtleri temsil ettiğini iddia eden siyasi oluşumlar ve sivil toplum örgütleri kendilerini daha iyi ifade etmeye uğraşsalar, devlet mekanizmasının beğenmedikleri yönlerini değiştirmeye uğraşsalar –ki devlet de durağan değil dinamik bir mekanizmadır- toplumsal barışa ulaşmak için daha hızlı mesafe kat edeceklerdir.

Benim de yüreğim her şehit haberinde acıyor, sizin de. Şehit cenazeleri için gözyaşı döküyoruz hemen her gün. Öldürülen teröristler için de üzülüyorum (insanlığım gereği üzülüyorum, yoksa canları cehenneme). Kandırılmış insanlar, sonu ebedi hayat olmayan boş bir dava için isyan halindeler ve canlarından oluyorlar. Arkalarında gözü yaşlı aileler bırakıyorlar. Siyasi temsilciler ve sivil toplum kuruluşları da kin ve nefret ile hareket ederek çözüm yerine problem çıkarıyorlar. Hâlâ yaptıklarının cezasını niye çekmediğini bilmediğim bir terörist başını kendilerinin lideri olarak görüyorlar. Özyönetim adında bir kızıl elma kendilerine refah getirecek zannediyorlar. Terörist başının lider olduğu, basiretleri körleşmiş siyasi temsilcilerin idareci olduğu, eli kanlı teröristlerin güvenlik gücü olduğu bir özyönetim şekli daha çok gözyaşından başka bir şey getirmeyecek kendilerine. İşte ben bunları bugünden görüp söylüyorum, söylemezsem deliriyorum.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir