Fetih ve Sonrası

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde henüz 21 yaşındaydı. O yaşlarda bu çağda olsaydı üniversite tahsili yapıyor olacaktı. İstanbul’un fethinin ertesi günü; bazı rivayetlere göre de üçüncü günü bugünkü Topkapı o zamanların Romanos kapısından şehre girdi. Beyaz bir atın üzerinde tasvir ederler bu girişi. Bizans halkı şehrin her hangi bir tehlikeye girmesi durumunda Ayasofya kilisesinin üzerine beyaz bir ışığın ineceğine ve o ışıktan elinde kocaman kılıcıyla bir meleğin çıkıp kendilerini kurtaracağına inanıyorlardı. Bu yüzden akın akın Ayasofya kilisesine doğru koşuyorlardı. Beklenen melek gelmedi. Onun yerine genç padişah kiliseden içeriye girdi ve karşılarında durdu, aslında bekledikleri kurtarıcı Fatih idi. Yanındaki komutanlarına hepsinin duyacağı bir şekilde emir verdi. İstanbul halkının canları, malları, namusları bizzat padişahın güvencesi altındaydı. Kimseye dokunulmayacak; yanlış bir şey yapan olursa idam edilecekti. Burada toplanmalarına gerek yoktu. O devirde bir padişah bir şehri ele geçirdiğinde orayı yakıp yıkar, bütün şehir halkını da kılıçtan geçirirdi. Fatih’in dudağının arasından çıkacak iki kelime hepsini canından edebilirdi. Fatih böyle bir şey yapmadı. Hepsine kiliseyi boşaltıp evlerine gitmelerini söyledi. Hatta güvenleri gelsin diye bir süre orada bekledi. Kilisenin boşalması uzun süreceği için sıkılıp şehri dolaşmaya çıktı.

Mustafa Kemal Paşa ve Enver Paşa Libya’ya gittiklerinde henüz 30 yaşındaydılar. O muazzam imparatorluk artık dağılmanın sonuna varmış, topraklar bir bir elden çıkıyordu. En son kalacak olan toprak Anadolu, o da bir gün kaybedilebilirdi. Korkuyorlardı. Balkanlar, Trablusgarp, Kafkaslar, Suriye, Irak… bir bir elden çıkıyor düşman Osmanlı topraklarını yavaş yavaş işgal ediyordu. Bir gün İstanbul’da elden çıkabilirdi. Bütün bu olanlara engel olmak için bir grup subay Libya’ya gitmiş buraları savunmaya uğraşıyorlardı. Osmanlı bir rüyaydı ve bu rüyadan uyanma vakti yaklaşıyordu. Ümitsizlik içindeydiler.

Osmanlı uzun süren bir rüyaydı. Bir ucu Viyana’da, bir ucu Cezayir’de, Bir ucu Mekke’de bir ucu Kırım’da olan koca bir masaldı. Madalyonun bir ucunda beyaz bir atın sırtında İstanbul’a giren genç bir komutan, diğer ucunda belki bir odada toplanmış memlekete ümitsizlik içinde bakan birkaç tane genç subay.

Bu hafta İstanbul’un fethinin 559. yılını kutluyoruz. Rüyadan elimizde avucumuzda kalan birkaç hatıradan birisi sadece. Aslında buruk olması gereken bir kutlama. Dünyaya adaletle, merhametle hükmetmiş bir imparatorluktan arta kalan birkaç zafer. Fetihten beş yüz yıl sonra bile atalarının gösterdiği merhametin benzerini düşmanlarından görememiş bir millet. Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de, Mısır’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da halen mumla aranan bir rüya.

Fetih kutlamalarını sevmiyorum. Bana mutluluktan ziyade üzüntü veriyor fetihleri düşünmek. Yüzlerce yıl boyunca Anadolu’da ve Osmanlı’nın hâkim olduğu diğer yerlerde insanlar çağdaşlarına göre çok daha adil bir yönetim altında yaşadılar. Her dinden, milletten ve mezhepten insan o tarihte başka bir ülkede olsalar yaşayabilecekleri işkenceleri, soykırımları yaşamadılar. Yaşasa idiler bugün ne bir Kürt olurdu dünyada ne bir Sırp ne bir Rum ne bir Ermeni. Allah’tan niyazım millet olarak yine eski günlerdeki gibi dünyanın hâkim güçlerinden biri haline gelmemiz ve yine adaletin, yine barışın, yine kardeşliğin gelmesi Osmanlı’nın bir zamanlar hükmettiği tüm topraklara.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir