Zemberekkuşu’nun Güncesi [Haruki Murakami]

Zemberekkuşu’nun Güncesi’ni bitirdikten sonra birkaç saat dolaştım Bay Okada ile aynı yerlerde. Aynı ev, aynı kuyu, aynı labirent. Etkileyici bir kitap olduğunu itiraf etmeliyim fakat Murakami’nin başka kitaplarını okumayı düşünmüyorum bunun üzerine çünkü gördüğüm kadarıyla diğerleri de böyle tuğla gibi ve bitmek bilmiyor. Çok akıcı, sürükleyici, heyecanlı ve aynı zamanda çok uzun. Elimdeki bu kitap 740 sayfa civarında.

“Saat ona doğru yağmur başladı. Gözle görülemeyecek kadar incecik bir yağmur. Damlaları görmek için dikkatli bakmak gerekiyordu. Verandaya oturup, bir an bakışlarımı yoğunlaştırdım, bu iki dünyayı, yağmur yağan dünya ile yağmur yağmayan dünyayı birbirinden ayıran sınır çizgisini görebilirim umuduyla.”

Kitap yer yer Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ına esin kaynağı olmuş gibi bir iz sürme, bazen ikinci dünya savaşından sahneler, bazen bir bilim kurgu filmi gibi fantastik öğelerle sürüp gidiyor.

“Derin bir soluk alıp kuyunun dibine oturdum, sırtımı duvara dayadım. Sonra gözlerimi kapadım ve iyice yerleştim. Oldu işte, diye düşündüm. Tamam, artık kuyunun dibindeyim.”

“Ölüp gitsem, dünya en ufak bir vicdan azabı çekmeden, dönmesini sürdürecekti.”

“İleri gitmek, evrim geçirmek için insanın mutlaka ölüme ihtiyacı var. Ben böyle düşünüyorum. Ölümün varlığı ne denli diri olursa, biz de o denli yoğunlukla kafa patlatıyoruz bir şeyler konusunda.”

“Zaman böyle, karanlıklar içinde, saat ibrelerinin ilerlemesinden yoksun aktı. Artık ne bölünebiliyor, ne ölçülebiliyordu. Zaman bir kez nirengi noktalarını yitirince; kesiksiz bir çizgiye değil de dilediğince uzayıp kısalan, belirgin biçimden yoksun bir akışkana benzedi. Ve ben de, bu zamanın bağrında, uyuyor, uyanıyor, tekrar uyuyor ve tekrar uyanıyordum. Giderek saate bakmadan yaşamaya alıştım. Bedenime, artık zaman denen şeye ihtiyacım kalmadığını öğretmeye uğraşıyordum. Ama kısa zaman içinde inanılmaz bir sıkıntı bastı. Gerçi her beş dakikada bir saate bakmak saplantısından kurtulmuştum. Ama bu nirengi sisteminin yok olması beni bir bakıma yol almakta olan bir geminin güvertesinden gece vakti denizin ortasına fırlatmıştı sanki. Haykırıyordum, kimse çığlıklarımı duymuyordu ve yoluna devam eden gemi hızla uzaklaşıyordu, çok geçmeden görüş alanından silinecekti.”

 “Zemberekkuşu gerçekten var. Neye benzediğini ben de bilmiyorum, hiç görmedim. Onun hakkında bildiğim tek şey ötüşü: ki kii kiii! Bir ağaç dalına konuyor ve düzenli olarak dünyanın zembereğini kuruyor. O olmasa dünya işleyemeyecek. Kimse bilmiyor bunu. Dünyadaki insanlar sanıyorlar ki dünya dev boyutlu, karmaşık, göz kamaştırıcı bir mekanizma sayesinde çalışıyor. Ama öyle değil. Aslında zemberekkuşu her yere gidiyor ve bulunduğu yerde, dünyayı işleten küçük çarkları yavaş yavaş kuruyor. Mekanik bir oyuncağa benzeyen çok basit bir kuş. Ama mekanizması tümüyle zemberekkuşuna özgü.”

 Polisiye, macera, fantastik, savaş, suç, gizem, tarih, psikoloji, felsefe, sanat hatta biraz da zooloji… Kitap çıfıt çarşısı gibi, içinde ne ararsan var ve üstelik akıcı bir şekilde devam edip sonlanıyor. Bir kısmını klasik müzik dinleyerek okudum, fena gitmiyor. Ney eşliğinde okuyayım dedim, bir şeye benzemedi. Okuyucunun kendi tercihi tabi ki nasıl okuyacağı. Haruki Murakami‘nin 740 sayfalık bu eserini dilimize kazandırdığı için Nihal Önol‘a teşekkür ediyorum (Japoncadan değil Fransızcadan çevirmiş bu arada). Doğan Kitap da tahmin ediyorum ki para kazanıyordur bu tür kitaplardan, devamı da gelir elbet.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir