Yiğit Kendini Övende

İnsanın kendisini övmesi ayıp sayılır. Bu normun toplumumuza ne zaman yerleştiğini tam olarak bilebilmemiz çok zor fakat edebi metinlere bakınca eski dönemlerde yaşayan bazı zevatın yeri geldiğinde kendilerini neredeyse davul zurna eşliğinde övdüklerine şahit oluyoruz. Normlara zaman zaman ifrat veya tefrit seviyesinde bağlanan toplumumuzun ortalamasını aldığımız zaman derin ruh hastalıkları ile boğuştuğuna şahit oluruz ‘ortalama insan’ın. Halbuki, aynı ortalama insan gündelik hayatını yaşarken hadiselere ortalama bir şiddetle yaklaşırsa ruh durumu da düzelecek. Yaşadığımız günlerden örnek verecek olursak, tarlada çalışırken ağzını burnunu maskeyle kapatan insanla kapalı ve kalabalık bir mekânda maske takmamakta inat eden insanın ortalaması bulunduğu zaman gelecek mutluluk.

İnsanın kendini övmesi de ruh sağlığı için gerekli olan eylemlerden birisidir. İnsan, dozunu aşmamak kaydıyla, kendinde bulunan meziyetleri başkalarının yanında dile getirirse, ilgili meziyet kendinde varsa geliştirebilecek yoksa da karşılaşacağı tepkiler sayesinde ruh hastası olmaktan kurtulacaktır. Sözü Montaigne’e verecek olursak: “Bence, insan ne olduğunu bilmekte dikkatli davranmalı, iyi taraflarını da kötü taraflarını da aynı şekilde ortaya koymalıdır. Kendini olduğundan az göstermek alçakgönüllü olmak değil, aptallıktır. Kendine olduğundan az değer vermek korkaklık ve pısırıklıktır. Kendini olduğundan fazla göstermek de çoğu kez kibirden değil aptallıktandır…”

Övgü deyince benim aklıma Nihal Atsız‘ın meşhur eseri Bozkurtlar’ın Ölümü‘nden bir bölüm gelir. Er meydanına çıkan yiğitler kendilerini tanıtırken geçmişte yaptıkları kahramanlıkları da saymaktadırlar doğallıkla. Kendini övmeyi bilmeyen insanın savaş meydanında mütevazı bir şekilde mağlup olacağından şüphesi olan var mı? Atsız’ın romanında bir yerde yiğitler meydana çıkarlar ve daha çok kendi ruh sağlıkları için kendilerinden bahsederler. Bir tanesi şöyle der: “Ben barış olsa erdemli, yoksul görse yardımlı, vursa boğa deviren, göğe ağaç savuran Tinesi Oğlu’yum!”

Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa kralına yazdığı meşhur mektup da hem harika bir edebiyat hem de siyaset örneğidir. Şöyle der Muhteşem Süleyman mektubunda: “Ben ki, sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç giydiren, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve atalarımın fethettiği Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun … ve daha nice ülkelerin ki, büyük atalarımın Allah kabirlerini nurlu etsin karşı konulmaz kuvvetleriyle fethettikleri ve benim muhteşemliğimle de ateş saçan mızrağımın ve zafer getiren kılıcımın gücüyle fethettiğim nice memleketlerin sultanı ve padişahı … Sulan Süleyman Han’ım. Sen ki, Fransa vilayetinin kralı olan Françesko’sun…” Kanuni, mütevazı bir insan olma derdine düşseydi Osmanlı daha hızlı gerilerdi ve bize de yurt olarak pek bir yer kalmazdı Anadolu’dan. Kabri nur olsun.

Demek istediğim şu ki, insan ruhu çok telli bir saz, çok tuşlu bir piyano gibidir. Erdemli olmak, bazı tuşlara çok basıp bazı tuşları da ağ yapmaları için örümceklere terk etmek değildir. Doğru olan her şeyi kararında ve zamanında yapmaktır. İnsanın kendini övmesi kulağa hoş gelmeyen bir davranış fakat bu normu sorgulamak lazım. Yiğitlik, kendini övme ya da övmemeyle değil, doğru zamanda doğru davranışı yapmakla olur.

Yiğit kendini övende,
Oklar menzili dövende,
Kılıç kalkana değende,
Kalkan gümbür gümbürlenir..

Ok atılır kalasından,
Hak saklasın belâsından,
Köroğlu’nun narasından,
Dağlar gümbür gümbürlenir…

27 Ağustos 2020 Net Haber yazım

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir