Veba [Albert Camus]

“Güzel bir mayıs sabahı, incecik bir amazon görkemli bir al kısrağın üzerine binmiş, çiçeklerin arasında, Boulogne Ormanının yollarından geçiyordu…”

Veba’nın bittiğine seviniyorum çünkü tam göğsümün üzerine oturdu okuduğum süre boyunca. Veba bitti ama etkileri sanki uzun bir zaman düşünce dünyamda dolaşacak gibi.

Veba’nın bittiğine seviniyorum. Çünkü olaylar sürdükçe, insanlar vebanın etkilerini yaşadıkça ve bundan sakındıkça ya da sakınmadan kahramanlıkla -ya da anlatıcının ifade ettiği gibi kahramanlık payesi verilmeden sadece doğal bir şekilde- vebanın kıyılarında dolaştıkça ben de Oran şehrinin bir köşesinde oturmuş vebanın son bulmasını bekliyordum. Veba’da her şey gerçek. Olaylar, insanlar, diyaloglar. Bir yaz günü, aşırı sıcak bir rüzgarın eşliğinde veba yüzünden karantinaya alınmış bir şehirdeki yaşayan insanların esaretlerine şahitlik ediyorsunuz. İnsanlar, kalabalık yığınlar halinde vebaya karşı duyarsızlaşıyorlar. Hastalık kötü ruhlar gibi etraflarında gezinmeye başlıyor. Önce korku, sonra cesaret, sonra mücadele fakat hepsinin sonunda her şeyden vazgeçmiş bir kayıtsızlık. Yıllar önce vebadan kaçan bir derebeyinin şatosuna sığınması, ölümün gelip onu o şatoda bulmasını anlatan bir hikaye okumuştum. Buradaki veba ise öyle kolay davet etmiyor ölümü. Ölüm koca bir şehri öldürmüyor, sadece esir ediyor. Dış dünyayla bağlantısı kesilmiş bir şehirde yaşamaya mahkum olmak, üstü açık bir hapishane gibi. Dışarıda kalan eşler, akrabalar, sevgililer. Duruma karşı bir şeyler yapılması gerekliliği üzerine harekete geçen insanlar ve bu hareketin bir saatten sonra kayıtsızlığa dönüşmesi. Sonra insanlar. Başta Rieux. Sonra Grand, Tarrou, Cottard, Paneloux, Rambert… Hepsinin veba zincirinden kopmak için yaptıkları ve veba zinciri olmadan önceki varlıklarının o andaki varlıkları ile farklı oluşunu duyumsamaları.

“O sıralar kentimizde türeyen birçok yeni ahlakçı hiçbir şeyin işe yaramayacağını ve diz çökmek gerektiğini söylüyorlardı…”

“Gerçekte, onlar için her şey şimdiye dönüşüyordu. Şunu belirtmek gerekir, veba sevme gücünü ve hatta dostluk duygusunu herkesin elinden almıştı. Çünkü aşkın biraz olsun geleceğe gereksinimi vardır ve bizler için kısa anlardan başka bir şey yoktu artık.

“Sonuç olarak veba ona iyi geldi. Yalnız ve yalnızlığı istemeyen bir adamken onu kendine suç ortağı yapmıştı. Çünkü gözle görünür biçimde o bir suç ortağı ve bunun keyfini çıkaran bir ortak. Gördüğü her şeye suç ortaklığı ediyordu: boş inançlara, boş korkulara, şu diken üstünde yaşayan ruhların alınganlıklarına; onların vebadan olabildiğince az söz etme saplantısına ve buna karşı koyamayışlarına; hastalığın baş ağrılarıyla başladığını öğrendiklerinden beri en ufak bir baş ağrısında dehşetle şaşkınlığa düşmelerine ve renklerinin solmasına; unutkanlıkları hakaret gibi gören ve bir pantolon düğmesinin kaybolmasıyla yasa bürünen bu insanların gerilmiş, alıngan, değişken duyarlılıklarına.”

“İnsanlığın acısı kadar yaşlı, ama taze bir umut kadar genç bir Tanrıdan armağanlarla yüklü o eski günlerin Tanrısından onlara söz edecek cesareti kimse bulamıyordu. Kimsenin yüreğinde çok eski ve neşesiz bir umuttan başka bir şeye yer yoktu, insanların ölümü seçmesine engel olan ve yaşamak için duydukları basit bir saplantıdan başka bir şey olmayan şu umut vardı yalnızca yüreklerde.”

Nihayetinde veba da Veba da bitti. İnsanlar gündelik hayatlarına geri döndüler ama bir farkla. İçlerinin bir köşesinde geçirdikleri onca zamanın ve tüm kayıplarının izlerini taşıyarak. Nedret Tanyolaç Öztokat çevirmiş eseri, Can Yayınları basmış. 300 sayfaya yakın, okuması güç, bir kere başladı mı bırakması güç bir metin. Hassas ruhlara tavsiye edilmez. 

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir