Taşralı [Nurettin Topçu]

Fikir, düşünce adamı, felsefeci Nurettin Topçu’nun bir hikâye kitabının olduğunu dahi bilmiyordum. Kitabı elime aldığımda hem şaşırdım hem de bir fikir adamının, “İsyan Ahlakı” gibi henüz benim kodlarını çözemediğim bir kitabın yazarının belki de fikirlerini bu hikâyeleriyle benim seviyemde anlatmıştır diye ümit ettim. Seviye konusunda yanılmadığımı söyleyebilirim fakat isyan ahlakından bahseden bir yazar için fazla karamsar, fazla iç karartıcı buldum hikâyeci Nurettin Topçu’yu.

Hikâyeler genel olarak kitabın ismiyle de paralel olarak taşrada geçiyor. Bir köy kitabı diyebilirim kitap için. İlk birkaç hikâyeden sonra taşraya giden yazar neredeyse kitabın sonuna kadar köylerden, kasabalardan uzaklaşamıyor. İlk hikâye, kitaba ismini veren Taşralı hikâyesi. Köyden büyük şehre, İstanbul’a gelen bir kadının dramı. Saf niyetli, herkesi kendi gibi bilen, kimseden kötülük beklemeyen, herkese inanan bir Anadolu kadınının türlü vicdansızlıklara maruz kalışıyla içiniz kararmaya başlıyor kitaba bismillah der demez. Hemen ardından “Memuriyet Hayatı” ile hayatını karısının sözünü dinlemeye adamış bir emekli memurun hikâyesiyle bir hayat nasıl boşa geçer mesajını çok güzel sokuyor kafamıza. 50’lerin Türkiye’si ile bugün arasında kıyas yapmaya çalışıp durdum hikâyeleri okurken. Memuriyet hayatı hikâyesinde kadının toplumsal hayatta çok fazla yer tutmasının sakıncaları anlatılmaya çalışılmış ve eleştirilmiş. Kadın kocasının ailesini yılan gibi görüyor, alışveriş tutkusuyla adamcağızın emeğini çarçur ediyor, düğün-doğum hediyesi gibi memur bütçesi için ağır yük oluşturan ve yazarın ifadesiyle “dostluğu alışverişe, riyakârlığa dönüştüren” saçmalıkları izzeti nefsini bahane ederek yine adamın sırtına yüklüyor.

“Ne tezat Yarabbi! Onun bütün ömrünce karısına söyleyemediği öyle şeyler vardı ki bunları pekâlâ bir dostuna söyleyebilirdi. Muhakkak olan şu ki, karı koca arasında iç cinayeti diye bir şey varsa o da aralarında dostluğun memnu oluşudur. Samimiyet, aile hayatında pek çabuk eriyen bir zamktır. İki tarafın birbirini idare etmesi, hele kadının her işinde kocasını idare ve aldatma siyaseti yok mu, bu hangi babayiğitte kırılmadık gönül bırakmıştır?
Dünyada ne gördü ki? Kendinin bütün ömrü yıllarca yakasını bırakmayan muhakeme günlerini saymakla, karısının günleri de kendi düğünlerine hediye getiren ve getirmeyenlerden hangi ahbabına vaktiyle kendisi hediye götürmüş olduğunu hesaplamakla geçti. “

Çok şey değişmemiş değil mi?
Daha sonra Mübarek Zat hikâyesinde idealist bir doktorun arkadaşını hapisten çıkaracak kefalet parasını bulabilmek için kapı kapı dolaşmasını anlatıyor. Attila İlhan’ın “hâlbuki kimlere, kimlere başvurmadık” dediği gibi, kimlere kimlere başvurmuyor genç doktor. Ne zengin Müslümanların kapısını aşındırıyor da bir kuruş destek bulamıyor. Kitabın bu kısmında yavaş yavaş Topçu’nun İslam anlayışının eşitlikçi, adil, sermaye karşıtı olduğu anlaşılmaya başlıyor. Bu konularda ben de yazarla hemfikirim lakin başta da dediğim gibi fazla karamsar. Bugün nice genç hikâyedeki doktor gibi kapı kapı dolaşarak idealleri uğruna yardım topluyor. Tabi ki çok zor birisinden bir şey istemek, hele dikkate bile alınmayacak küçük meblağların karşısında bile titreyen, cebi akrep yuvası insanlar karşısında ister istemez insanın hevesi kırılıyordur ama dava insanının hayatında ümitsizliğe yer olmamalı bence. Para verenin yok, akıl verenin çok olduğu bir ortamda, klasik bir uçan şeyh uçuran mürit ortamında zengin adamların riyakâr tavırlarıyla doktorumuzu baş başa bırakıp bir sonraki hikâyeye, Deli’ye geçiyoruz hemen ardından. Bana göre kitabın en güzel hikâyesi bu. Bir tımarhanede, delilerin arasında deli olmayan bir adamın durumu; dünyanın bunca deliliğinin içinde olan ve buna dışarıdan bakabilen bir avuç insanın durumuyla aynı değil mi?


Bu hikâyeden sonra köy hikâyeleri başlıyor. Bağnaz, mutaassıp insanlar, kendi menfaatlerine her şeyi uydurmak için din dâhil her türlü çareye başvuran ve alet eden köy kurnazları ve mazlumlar. Bu hikâyeleri okudukça içim karardı, bir fikir adamı nasıl bu kadar karamsar olabilir, nasıl insanlıktan bu kadar kolay ümidini keser diye kendime sormadan edemedim.
Kitabın sonuna doğru yazar artık tüm şikâyetlerini somutlaştırmaya başlıyor. Murat Hüdavendigar’ın, Yıldırım’ın mezarının başına giderek tüm bu olup bitenleri; insanların hırslarını ve bu hırsa kurban ettikleri vicdanlarını, İslam’ın ayaklar altına alındığını, asırlardır Türk milletinin bayrağını semada dalgalandırdıkları bu dinin yine aynı Türk milleti tarafından nasıl da yok edilme tehlikesiyle baş başa olduğunu şikâyet ediyor. Hemen ardından Kuran’dan esinlendiği belli olan bir anlatımla mahşer yerini, hesap gününü tasvir ediyor ve nihayet bir ümit kırıntısını bu son hikâyelerde görebiliyoruz. Yazar hesabını doğru veren, kitabı sağından verilenlerle birlikte haşr olduğu ümidiyle noktalıyor kitabını.


Elimde 1959’da basılan bir nüshası olan Taşralı kitabının kapağında Fransız ressam Hermann Paul’un bir gravürü var. Kurtulmuş Matbaası tarafından basılmış, 262 sayfa. Bugün bu kitabı Dergah Yayınlarından bulmak mümkün. İçinizi biraz karartmak istiyorsanız, bu dünyaya kapılmayıp idealist kalmanın zararlarını görmek istiyorsanız okuyun derim.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir