Suphi Bey

Suphi Bey, hürriyet günlerinden kalma alışkanlıkla elini saat cebinin bulunduğu yere doğru götürdü. Pamuklu kumaşa elinin değmesiyle birlikte kısa bir duraksamanın ardından esarette olduğunu kim bilir kaç bininci kez iyileşmekte olan bir yaranın kabuğunu tekrar kaldırır gibi hatırlayarak yaşadığı dünyaya geri döndü.

Burası neresi… İstanbul’dan çok uzak.

Burada ne yapıyor… Esir.

Buraya nasıl geldi… Hatırlamak istemiyor.

Önündeki kâğıt yığınına geri döndü. İstanbul’da bıraktığı ailesine yazdığı üç satırlık bir kartpostal, kaldıkları binalara göre ayrılmış esir Osmanlı askerlerinin listesi ve şu anda üzerinde çalışmakta olduğu bir dilekçenin müsveddesi. Bitirip temize çekmesi gerekiyor. Hiç değilse şu Ramazan-ı Şerif’te esirlerin daha az çalıştırılmasını lisan-ı münasiple rica edecek. Kaçıncı defadır yazdığı dilekçeyi buruşturup fırlattığının farkında değil. Bir yanda Osmanlı subayı olmanın izzetini müdafaa etmek, bir yandan da biçare esirlerin Ramazan günü sırtlarına binen yükü azaltmak zorunda hissediyor kendini.

Yan yana dizilmiş bitki dallarıyla birbirine bağlanmış kamışlardan örülü kapı gıcırdayarak açıldı. Başında yıpranmış bir fes, üzerinde esas renginin beyaz olduğu tahmin edilemeyecek kadar kirlenmiş ve şiddetle yağan yağmur yüzünden sırtına yapışmış bir mintanla otuz yaşında var-yok bir delikanlı içeri girdi. Askerce bir selam çaktıktan sonra: “Bir emrin var mı komutanım?” dedi.

Suphi Bey biraz babacan, biraz otoriter bir ses tonuyla, “Ahmet, rica ederim bırakalım bu askeri teşrifatı artık. Kışlada değiliz, esir kampındayız…”

Ahmet sanki esaretten yeni haberi olmuş gibi acıyla başını önüne eğdi. Köyünde bıraktığı karısıyla çocukları, seferberlik ilanıyla beraber yola düştüğü arkadaşları, ölümle burun buruna geçirdiği aylar, savaşlar, mağlubiyet ve sonunda bu kahrolası esaret. Kafasından bunları geçirmekle beraber kendini hala kışlada addetmekten geri durmuyordu. Savaş bitecek, Ahmet evine dönecekti. Ümit olmadan yaşanır mıydı burada.

“Yağmur çok mu yağıyor?”

“Yine gök yarıldı namussuzun memleketinde komutanım. Duvarı nem, insanı gam yıkarmış ya. Biz hem gamdan hem nemden yıkılacağız bu gidişle.”

Suphi Bey nemi de gamı da duymazlıktan geldi. “Erat ne halde?”

“Paydos verdi gâvur. Rahmetine kurban olduğum, yağmuru hayra mı veriyor şerre mi belli değil.”

“İsyan etme evladım, hayırdır elbet. Bu yağmurlar olmasa gün doğumundan batımına kadar çalıştırırlardı bizi. İftarda ne varmış?”

“Ne olacak komutanım, hayvan yemi yine. Patatesli, yoncalı bulamaç. Bulabilirsen kart sığır eti de var içinde.”

“Şikâyet etme oğlum, her şeyde bir fayda var demiyor mu doktor bey. Gücünüzü yitirmeyin ki sağ salim dönebilesiniz memlekete.”

Suphi Bey sustu. Bu karayağız Kürt delikanlısı bir seneden fazla zamandır memleketinden haber alamamıştı. Birkaç haftada bir eline geçen Fransız gazetelerinden, Rusların işgal haberlerini okumuştu Suphi Bey. Bunu Ahmet’ten saklamışsa da kara haber tez duyuluyordu. Ahmet bir süre Hilal-i Ahmer vasıtasıyla esir kamplarına ulaştırılan mektuplardan kendine de pay düşer, tek kelime Türkçe bilmeyen karısı kendine bir haber gönderir diye nafile beklemişti. Sonra bu bekleme işinden vazgeçmiş, şimdi ise Albay Suphi Bey’de bulduğu baba şefkatiyle hayata tutunmaya çalışıyordu.

“İkindi namazını kıldın mı Ahmet? İftar saati yaklaşıyor bak.”

“Komutanım, yine kızacaksın ama Allah bizi unuttu bu melanet yerde. Bunca Müslüman evladı her gün çamurun, balçığın içinde ya akrep sokmasından ya İngiliz süngüsünden ya da içimizi çürüten bu nemden sapır sapır dökülüyoruz. Hem komutanım sen değil miydin mescid yapılmasına engel olan. Şimdi de herkesi namaza çağırıyorsun…”

“Mescid yapılsaydı senin gibi Allah’a küsen haddini bilmezler yüzünden boş kalacak, gâvur halimize gülecekti. Allah’ın mescidi boş kalır mı hiç? Hem sen nasıl Müslümansın her zorlukta isyan ediyorsun? Zahmet varsa rahmet de vardır. Bu zahmetli günlerde sabretmezsen yarın rahmet yetiştiğinde hangi yüzle şükredeceksin?”

Suphi Bey’in sesi söylediklerine iman edişinden midir yoksa kendi içinde de yükselen isyan duygusunu bastırmak isteyişinden midir bilinmez yükselmişti.

“Şimdi git iftar sofrasının kurulmasına yardım et. Çalışmaktan gelenler istirahat etsinler. Akşam namazında herkes hazır olsun, sen de müezzinlik yapacaksın.”

Ahmet hiçbir şey söylemeden girerken yaptığı gibi askerce bir selam çakarak dışarıya çıktı.

Suphi Bey sazlardan örülmüş, bambu dalları ve palmiye yapraklarıyla kapatılmış odasında evraklarıyla baş başa kaldı. Bir Osmanlı subayı için şehadet nasıl büyük bir şerefse esarette o kadar büyük bir zilletti. Defalarca savaşa girmiş, defalarca geçmişti şehadetin kıyısından. Kaderde bu da varmış diye geçirdi içinden. Son mermisini atana kadar savaşmış, son erzak tükenene kadar sancağı indirmemişti. Süngü savaşı yapıp askeri kırdırmaktansa teslim olmayı daha uygun bulmuştu. Şimdi burada, Hindistan’ın uzak bir köşesinde İngiliz gavurunun ve bu yabancı iklimin elinde esirdi.

Derin bir iç çekip masasındaki evrakları bir kenara topladı ve Kuran-ı Kerim’ini açtı. İftar vaktine kadar gün ışığının son kırıntılarından faydalanacaktı. Yıllardır elinden düşürmediği bu Mushaf okunmaktan yıpranmış, çok okuduğu yerleri daha fazla belli eder olmuştu. Elini atar atmaz açılan ilk sayfa Harbiye yıllarından beri okumayı adet edindiği Fetih Suresi oldu. Her sabah Kuran’ı eline alır, “Allah’ım muvaffak eyle, ordumuzu rızan için muzaffer, kulunu da yolunda şehid eyle” diye dua ederek Fetih Suresi’ni okurdu. Sayfaları hızlı hızlı çevirerek son zamanlarda her gün okuduğu Kehf Suresi’ni buldu. “Allah’ım” dedi. “Burada geçen günlerimi çabuk tamam eyle, bir göz açıp kapama vaktinde bizleri buradan kurtar.” Başka bir şey demeden Mushaf’a eğildi, hafif bir mırıltıyla çok okumaktan ezber ettiği ayetleri okumaya başladı.

(Geçen sene Ezcümle Dergisi’nde yayınlanan hikayem)

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir