Su Üstüne Yazı Yazmak [Muhyiddin Şekür]

“İnsanların taş üzerine kazıdıkları yüzyıllık yazılar Allah için su üstüne yazılmış yazı gibidir.”

Yine yarım kalmışlardan bir kitap. Çok uzun yıllar önce ismine bakarak almıştım bu kitabı bir kitap fuarından yanılmıyorsam. Sonra nedense bir türlü elim değip de okuyamadım. Kitaplığımda bir yerde duruyor yıllardır.

“Bendeniz bir gün, ‘Asıl vatanım aşk ülkesidir’ diyebilme ümidini taşıyorum. Arayışı sırasında bu kitabı eline alan herkes için de aynı şeyi ümit ediyorum. Bu kitap, sadece çölün kumlarını aşıp asıl vatanına varmaya çalışan bir hırpani dervişin öyküsüdür. Her kelimesinin aşkla yazıldığına sizi temin ederim. Başkaca bir şey için bir vaatte bulunamam zaten.”

“Dünya sahte öğretmenlerle doludur ancak gerçek Allah erleri kaknüs kuşu kadar ender bulunur.”

Kitabı okurken sanki fonda aynı müziği dinledim durdum hep. “Salik meratib kat eder, ezkarı hu ya hu ile…” diye devam eden bir ilahi vardır. Salik Meratib Kat Eder: https://youtu.be/rEVX2YFuF8Q

Bu kitap da ilahideki gibi bir mertebe kat etme, tarikatta derinleşme, seyr-i süluk hikâyesi. Muhyddin Şekür, bir gün bir şeyhi ile tanışır ve ardından macerası yani seyri başlar. Bu dönem boyunca şeyhin yol göstericiliğinde manevi terbiyesini sürdürür. Şeyhin terbiye metodu, yaşanılan olaylar, ders çıkarılan onlarca metaforla kitap okuyucuyu da bu seyahatin parçası haline getiriyor. Çok fazla alıntı yaptım, az alıntı yapılacak bir kitap değildi zira. Ben de kendimce bu seyahatin parçası olduğum için, “aman bu noktayı kaçırmayayım, aman bu dersi unutmayayım” diyerek neredeyse tüm kitabın altını çizdim.

“Bloknot üzerinde müridlerden birinin evinin yolu çizilmişti, kendisine bir kaset götürecektik. Kâğıt üzerine ayrıca her zaman hatırlamam gereken beş maddelik bir liste de yazmıştı Şeyh:
(1) terk-i hevâ,
(2) yakaza,
(3) ümit,
(4) tevekkül ve
(5) a’mâl.”

“Şeyh, bir keresinde bana bir insanın öğrenebileceği en önemli şeyi söylemişti. Söylediği şuydu: “Senin Allah’la aranda hiçbir şey yoktur.”

“Yine, sufî düşünür İnayet Han’ın ifadesiyle: “İnsan dünyaya geldiği andan itibaren ‘Ben’ demeyi öğrenmiştir, ancak aşk insana ‘Ben değil, Sen’ demeyi öğretir; zira seven hiçbir ruh, kendine varlık rengi veremez.” Bu imkânsızlık, kelime-i şehadetin birinci bölümünde ifade edilir. Birinci bölümde, Lâ ilâhe denir, böylece mevhum ilahların hepsi reddedilir. İkinci bölümde ise, illallah denilerek, aşkın membaı ve aşkın kendisi olan Allah’ın varlığı ve birliği tasdik edilir.”

Muhyiddin Şekür, tarikata dâhil olduktan sonra mesajları doğrudan değil, dolaylı olarak şeyhinden almaya başlar. Şeyhi kendisinden bir iğne bulmasını ister önce. Bir gramofon iğnesi. Bu iğne etrafında düşünmesini ister, düşüncesini de ara sıra verdiği ipuçları ile yönlendirir. Kitap belki on yıllık bir süreyi kapsıyor. Dersler de böyle uzun süre devam ediyor, iç içe geçtikleri oluyor, aylarla ya da yıllarla ifade edilebilecek kadar uzun sürüyorlar.

“Boruların öyküsü böylece sürüp gidiyordu. Hakka giden yol boyunca da akışlar ve tıkanışlar vardı. Suyun kaynağı, rahmetin membaını, yani Zat-ı İlâhî’yi temsil eder. Suyun kendi membaından gelmesi misali, lütuf ve gufran da ancak O’ndan gelir. Ve memba için okyanus da damla da birdir. Suların akışı O’nun rahmetini temsil eder. Tıkanış ise fitne, yani bu dünya hayatının tuzakları ve imtihanları demektir. Akış da tıkanış da rahmet de fitne de hep Allah’tandır. Tıkanışları aşmak isteyenin şunlardan nasibi olmalıdır: iman, yakîn, terk-i hevâ, yakaza, recâ ve a’mâl. Ama illâ da aşktan nasipsiz kalmamalıdır. Unutmamalı ki önümüzde hep tıkanışlar olacaktır, o zaman da daha önce bahsettiğimiz gibi, tutunacak tek ipimiz vardır: sabır. Allah’ın rahmeti hepimizin üzerine olsun.”

Bu yukarıdaki alıntım borularla ilgili dersten. Şeyh sürekli yeni yeni şeyler öğretiyor mürit adayına.

“Şeyh içimdeki şüpheyi hissetmişti, şaşırtıcı bir açıklıkla konuştu: “Yoldasın ama henüz sadece yolun başındasın.” Bunun üzerine yaşadığım tereddüdü açarak, bunca şeyi pek hak etmediğimi düşündüğümü söyleyince, sakin bir tonla konuştu: “Hiç kimse Allah’ın bereketini hak etmiş değildir.”

Aşağıdaki alıntı da çiçek dersinden. Tüm dersi içeriğiyle buraya alamam tabi ki, tadımlık parçalar veriyorum.

Birkaç gün daha tefekkür ettikten sonra, yine Şeyh’i aradım, benimle enikonu konuştu. Çiçek meselesinden alacağım dersi tam olarak anlayamadığım için, lafı hiç dolandırmadan bu işin manevî terakkim açısından ne anlam taşıdığını sordum. “Bizim usulümüzde doğrudan soru sormanın yeri yoktur,” dedi, “Bizim usulümüzde mesajları hep satır aralarından öğrenmek vardır.”

“Arabaya binmeden önce, bavullarımızın akıbetinden biraz endişe etmiştim, çünkü bizimkileri otobüsün tepesine dağ gibi yığılıp yol boyu otobüsün üzerinde irice bir devenin hörgücü gibi süzülen diğer bagajlar içinde görememiştim. O gece hayli geç bir vakitte sağ salim Fez’e vardığımızda, bagajların yüklenmesi konusundaki Batılı önyargılarımın, beni tüm yolculuk boyunca bagajları düşünmekle meşgul ettiğini fark ettim. Ama hayret ki bagajlarımızın hiçbiri kaybolmamıştı. Bavullarımız başka bir vasıtayla, bizden de önce, emniyet içinde Fez’e varmış, bizi beklemekteydi.”

“Şeyh’in ayağında bahçe çizmeleri vardı. Çok derin bir su birikintisinin içine girdi ve orada kalıp bir hikâye anlattı. “Bir vakitler bir havuzda ördek yavruları varmış” diye başladı gülümseyerek. “Öğretmenlerine tek öğrendiğimiz ‘vak vak!’ demek diye şikâyete kalkmışlar. Öğretmen ördek de, ‘Siz şimdilik sadece ördek yavrususunuz ama zamanla büyüyeceksiniz. Şimdilik vak vak yeter,’ diye karşılık vermiş.” Şeyh yüzüme bakıp o her zamanki sıcak tebessümünü kuşanarak, “Senin için de aynı şey geçerli,” dedi.

Sufi hikâyelerini sevenler için böyle birkaç tane hikâye de var. Favorim kitabın sonuna yakın anlatılan Mümin ve Hearter’in hikâyesi. İğneler, borular derken salik arabasıyla da imtihan oluyor değişik zamanlarda. Ya da hikmet nazarıyla baktığı için imtihan olarak yorumluyor karşılaştığı hadiseleri.

“Sana bir çağrıda bulunmak istiyorum” dedi. “Özgür olmaya çağrı -özgür bir adam olmaya. Ölümün yakîn bir gerçek olduğunu bilmiyor musun? Ölüm kaskatı bir gerçek, fakat sen onu inkâr ediyorsun. Arabanın bozulmasını da kabullenmeye yanaşmıyorsun ama hep arabanda bir arıza çıkacak beklentisiyle yaşıyorsun ve arıza anı gelince hayat duruyor. Bütün vazifen, tuzaklardan kurtulmaktan ibaret.”

“Eğer en başa Allah’ın bizden istediklerini koymazsak,” dedi Şeyh, “asla tatmin olamayız -ne kadar çok şeye sahip olursak olalım. Dünya hoştur hoş olmasına, ama siz Allah’ın istediğini en başa koyun, yeter. Ev sahibi olma arzusunu ya da terfi aşkınızı vesaireyi başa koyarsanız -dileğinize ulaşabilirsiniz, hayat öylece geçer, ama bilin ki bu hayat geçtikten sonra geri dönüş olmayacak ve ne kadar gözyaşı dökersek dökelim, hayatı yeni baştan yaşama hakkı verilmeyecek. Hiçbir şeyi Allah’tan öne koymayasınız; arzularınızı ancak O tatmin eder.”

“İslâm’ın Manevî Yolu’nda nezaket ve incelik sahibi olmaya edeplenme denir. Bir kültür halidir edep; nazik bir vakarı ve mükemmel bir insanlığı içerir. Hem bir süreçtir hem bir haldir, çünkü birinci anlamıyla, süflî olanın ulvî olana tâbi edilmesi, adi şeylerin faziletlere feda edilmesi, cesedin ruhun emrine verilmesi demektir. Hayvandan insana kademe kademe geçiştir; insanın enaniyetini yırtıp manevî mertebelerin eşiğine gelirken yürüdüğü yoldur. Bu mertebeye erişen kişi, riyakârlıktan ve olduğundan iyi görünme halinden kurtulur. Edepli kişi, kalbin aslî iştiyaklarını keşfeder ve Rabb-i Zülcelâlinin kalbine rahmetle dercettiği sırları ayan beyan görür, gösterir. Edep hem bir eminlik hali, hem bir karakter ve kişilik duruluğudur; bir mücadelenin meyvesi ve nefsin dizginlenmesidir.”

“Şeyh, Hazreti Ömer’in (ra) ağaç altında uyumakta olan bir grup adamla karşılaşmasını anlattı. “Siz Müslüman mısınız?” diye sorar Hazreti Ömer(ra) adamlara. “Evet,” diye cevap gelir ağacın altından. “Müslüman olsaydınız,” der Ömer(ra), “ya şuradaki tarlayı sürüyor ya da şu bahçede çalışıyor olurdunuz; uyuyor olmazdınız.” “Resûlullah Aleyhissalâtüvesselâm,” diye devam etti Şeyh, “ümmeti hakkında iki şeyden korkardı: Büyümüş göbekler ve tembellik.”

“Dertlerinizi Allah’la aranıza perde etmekten, onlara O’na kulluğunuza verdiğiniz kıymetten fazlasını vermekten sakının. Hep müteşekkir olun ve bilin ki bu dünyadaki kederleriniz, Allah’ın size bir lûtfudur. Unutmayın ki Kıyamet, güneşin eriyeceği ve insanların, onun yok oluşunun dehşetiyle ve kendi yaptıklarının sonuçlarıyla karşı karşıya gelmektense, yerin dibine batmak için dua edecekleri bir gündür; bir masal değil.”

“Ah itfaiyeciler; ateş hakkında onca şey bilen, ama gerçekte ateşin sırrından bihaber itfaiyeciler! Su, aşk ateşine bir şey yapamaz, aşkın alevi sönmez.”

“Rabbim bizlere hakikati perdesiz görecek gözler versin. Bana Şeyhimin kalbini, Musa Aleyhisselâm’a aşkı anlasın diye gösterdiği ateş gibi yanıp duran bir çerağ eylesin: Öyle bir aşk ki, bizi yakıp eritsin ama mahvolmaktan alıkoysun. Çiçek solar ama rayihası ona dokunanların kalbinde hatıra kalır.”

“Hazreti Cebrail Aleyhisselâm, Peygamber Aleyhissalâtüvesselam’la birlikte kevn âleminin sınırlarına, Kab-ı Kavseyn’e geldiğinde. ‘Daha ileri gidemem,’ demişti. ‘Eğer bir kıl kadar ileri geçersem, yanarım.’ ‘Ben zaten yanıyorum,’ diye karşılık verdi Peygamber Aleyhissalâtüvesselâm. ‘Burada kalamam.’”

Böylelikle mesajlar vererek devam eden kitap tasavvufla ilgili de birçok ayrıntıyı gözler önüne seriyor. Tarikata girmek için yıllarca uğraşan Muhyiddin Şekür bunun için tekkeye gidip geliyor fakat bir türlü dervişliğe kabul edilmiyor. Türkiye ziyaretinde bir şeyh hemen kendisinin biatini kabul ediveriyor. Burada biraz tebessüm ettim. Kendi şeyhine biat edebilmek için yıllarca çırpınan, adeta Yunus gibi, Aziz Mahmut gibi imtihanlardan geçen Şekür; Türkiye’de; Yunus’ların ülkesinde pat diye derviş oluyor; vazgeçene kadar akla karayı seçiyor. Türkiye’de derviş olmak kolay iş vesselam.

Kitap 300 sayfa civarında. Neredeyse özetini çıkardım buraya ama çoğu önemli yeri atladım. Tasavvufla ilgilenenlerin muhakkak okumaları gerekiyor. Ben İnsan Yayınları’ndan almıştım ilk seferinde, şimdiki ise Sufi Kitap diye bir yayınevinden çıkmış. Çeviri Senai Demirci ve Sevin Okyay’a ait. Girişte Ayşe Şasa’dan kitabın hikâyesi ve Muhyiddin Şekür’ün Türkçe baskı için yazdığı önsöz var.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir