Siddhartha [Herman Hesse]

Siddhartha, bir arayışın öyküsüdür. Tüm insanların hayatlarında en azından bir defa yaşamış olduklarını düşündüğüm bir arayışın, hakikat arayışının öyküsü. Ben defalarca yaşadım bu arayışı, benim gibi her insanın bu arayıştan geçmiş olduğunu düşünüyorum demem ise varsayım ya da temenni değil, sadece bir dua aslında. İnsan, hayatında bir defa dahi hakikatin ne olduğunu merak etmiş olsa hayatın geçiciliği konusunda daha fazla bir fikir birliği olacaktı ve bu geçici hayat için, bu geçici dünya için yapılan zalimlikler bugünküne göre daha az olacaktı.

Siddhartha

Arayış, insan olmanın gerekliliklerinden birisidir desek yanılır mıyız? Bence, insanı hayvandan ayıran temel özelliklerden birisidir. İnsan, aradıkça var olmanın bilincine ulaşır. Aradıkça kendisini diğer varlıklardan farklı kılan özelliklerini keşfeder. Evrensel değerlere entegre olur. Başkaları tarafından keşfedilmiş şeyleri aynen taklit edenlerse farklı bir kategoride değerlendirilmelidir. İşte tam burada Siddhartha’nın öyüsünün temel mesajına ulaşıyoruz. Başkalarının buldukları ile yetinmek mi yoksa arayıp, kendi doğrularını inşa etmek mi? Siddhartha arayışının bir yerinde, Nirvana’ya ulaşmış, ulu bir kişi ile karşılaşır. Başkası olsa hemen bu ulu kişinin eteğine yapışır, öğretisini dinleyerek ömrünü geçirir. Fakat Siddhartha böyle yapmıyor. Kendi arayışını sürdürmek yolunu tercih ediyor:

İlhamla sağladın bunu. Öğretiyle değil! Ve -ben böyle düşünüyorum, ey ulu kişi- kimse öğretiyle kurtuluşa kavuşamaz! Kimseye, ey saygıdeğer kişi, ilham saatinde senin neler yaşadığını sözle olsun, öğretiyle olsun aktaramaz, anlatamazsın! Nurlanmış kişi Buddha’nın öğretisi pek çok şey içermekte, pek çok kişiye dürüst yaşamının, kötülüklerden kaçınmanın yolunu öğretmektedir. Ama bir şey var ki, bu açık seçik, bu saygın öğretide yer almıyor: Ulu kişi Buddha’nın, yüz binlerce kişi arasında yalnızca onun yaşantısındaki giz. İşte öğretiyi senden duyunca düşündüğüm ve farkına vardığım şey bu. Bu yüzdendir ki yolculuğumu sürdüreceğim – bir başka öğreti, daha iyi bir öğreti aramak için değil hani, çünkü biliyorum ki böyle bir öğreti yoktur, tüm öğretilere ve öğretmenlere sırt çevirip hedefime tek başıma ulaşmak ya da bu uğurda ölmek için yapacağım bu yolculuğu. Ama sık sık bugünü düşüneceğim, ey ulu kişi, gözlerimle bir ermişi gördüğüm bu saati düşüneceğim. Ben’den kurtulmaya çalışırız biz Samanalar, ey ulu kişi. Öğrencilerinden biri olsam, korkarım kendi Ben’im sadece görünürde, sadece yalancıktan sükûn bulup esenliğe kavuşacak, oysa gerçekte yaşamını sürdürüp büyüyecek giderek, çünkü o zaman öğretiyi, senin peşine takılmamı, sana duyacağım sevgiyi, keşişler topluluğunu kendi Ben’im yapmış olacağım.”

Hafif bir gülümseme, sarsılmaz bir aydınlık ve dostluk ifadesiyle yabancı delikanlının gözlerinin içine baktı Gotama, elini belli belirsiz oynatarak onu uğurladı.

Akıllı birisin,” dedi saygıdeğer kişi. “Akıllıca konuşmasını biliyorsun, dostum. Pek fazla akıllılıktan da sakın!”

Böyle söyleyerek yürüyüp gitti Buddha.”

Bu sohbeti başka bir yerde kısaca şöyle görüyoruz: “Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir, bilgelik el üstünde taşıyabilir insanı, bilgelikle mucizeler yaratılabilir, ama bilgelik anlatılamaz ve öğretilemez.”

Siddhartha’nın arayışı bu ulu kişiye rastlamasından çok önce başlıyor. Çok genç yaşındayken arınmak hevesiyle ailesini, babasını terk ederek gezici rahiplerin arasında katılıyor. Düşlerden, sevinçlerden, isteklerden, arzulardan, acılardan arınmak için. Ölmeden önce ölerek benliğinden kurtulmak istiyor. Kalbini dünyadan tam manasıyla arındırarak ruhunu dinginliğe kavuşturmak isteği ile düştüğü bu yolda yarı aç yarı tok günler geçirerek ruhunu ve düşüncesini derinleştirdikçe derinleştiriyor Siddhartha, yanındaki yakın dostu Govinda ile.

Hiçbir şey öğrenilemeyeceğini öğrenmek için hayli zaman harcadım ve harcıyorum hâlâ, dostum Govinda; şimdiye kadar öğrendiğim tek şey, hiçbir şey öğrenemeyeceğim oldu. İnanıyorum ki, bizim ‘öğrenme’ dediğimiz şey gerçekte yok. Tek bir bilgi var, dostum, bu da dört bir yandadır, bu da Atman’dır, benim içimde, senin içindedir bu da, her varlığın içindedir. Ve artık şuna inanıyorum ki, bu bilginin bilme isteğinden, öğrenme isteğinden daha azılı bir düşmanı olamaz.”

Rahiplerin arasındayken bir ulu kişinin varlığından haberdar oluyor. Yakın dostu Govinda ile birlikte bu ulu kişinin yanına gitmek için yola çıkarlar.

Istıraptı yaşam, ıstırapla doluydu dünya, ama ıstıraptan kurtulmanın yolu keşfedilmişti: Buddha’nın yolundan giden, esenliğe kavuşmaktaydı.”

Bir başkadır onun amacı; acılardan kurtulmaktır. Gotama’nın da öğrettiği budur işte, başka şey değil.”

Yukarıda bahsettiğim gibi, Siddhartha, bilgeliğin aktarılamayacağına inanmaktadır. Ulu kişiye de anlatır bu düşüncesini, ve arayışını sürdürür. Bir ırmağın kenarına kadar gider. Irmak burada bizim nefis dediğimiz yerle aramızdaki sınırı ifade ediyor. Maddi dünya, hazların ve heveslerin dünyası. Irmağı geçerek karşı tarafa ulaşır. Arayışına burada devam eder. Bu dünyada, daha önce edindiği üç tane meziyeti kendisine yoldaşlık edecektir: Düşünmek, beklemek ve oruç tutmak.

Çocuk insanların dünyası diye adlandırdığı bu dünyada çalışarak ve gözlemleyerek bir yandan da nimetlerden tadarak yıllarını geçirir.

“Onlarda bulunup kendisinde eksik olan bir şey vardı, bu yüzden imreniyordu onlara, bu insanların hayatlarına verdikleri öneme, sevinç ve korkuları coşkuyla yaşamalarına, o bitip tükenmeyen sevdalanmalarındaki ürkek, ama tatlı mutluluğa imreniyordu. Kendi kendilerine, kendi kadınlarına, çocuklarına, onura ya da paraya, planlara ya da umutlara sürekli sevdalanmış durumdaydı bu insanlar.”

“Sevgi avuç açıp dilenilebilir, para pulla satın alınabilir, armağan olarak sunulabilir sana, sokakta bulunabilir, ama haydutlukla ele geçirilemez.”

Sonra bu düzenden de sıkılan Siddhartha, İbrahim bin Edhem gibi sarayına, mülküne sırtını dönüp tekrar ırmağa koşuyor. Irmağın kenarında salcılık yaparak suyu dinlemeyi, sudan geçen insanları gözlemlemeyi öğreniyor.

“Bir annenin çocuğuna karşı duyduğu kör sevgi, kendini beğenmiş bir babanın biricik oğulcuğuyla körü körüne ve aptalca gururlanışı, burnu havada genç bir kadının ziynet eşyalarına tutkunluğu ve kendisine hayranlıkla bakacak erkek gözlerine körü körüne, çılgınca düşkünlüğü, bütün bu duygular, bütün bu çocukluklar, bütün bu basit, aptalca, ama alabildiğine zorlu, güçlü bir dirimsellik içeren, kolay kolay pes etmeyen duygular ve açgözlü istekler Siddhartha için çocukluk olmaktan çıkmıştı artık; insanların bu duygular ve istekler için yaşadığını, onların uğrunda sonsuz işler başardığını, gezilere çıktığını, savaşlar yaptığını, sonsuz acılar çektiğini, sonsuz çilelere katlandığını görüyordu; bunlar için sevebilirdi onları, tutkularının her birinde, eylemlerinin her birinde yaşamı görüyordu, dirimselliği, yok edilmezliği, Brahma’yı görüyordu.”

Irmak Siddhartha için çok eğitici bir hoca. Onda zamanı öğreniyor. Sonsuzluğu gözlemliyor. Irmağın aynı zamanda her yerde oluşundan, dersler çıkarıyor. Irmak her an her yerde, geçmişi ya da geleceği yok ırmağın. Hayat da bir ırmak aslında, sadece şimdisi var, geleceği ya da geçmişi yok. Gelecek ya da geçmiş şimdinin içinde gizlenmiş.

“Dinleme sanatında öğrenilecek her şeyi öğrendiğini hissediyordu. O zamana kadar bütün bu sesleri sık sık işitmişti, ırmağın çıkardığı bu pek çok sesi; ama sesler bugün bir başka türlü yankılanıyordu. Pek çok sesi birbirinden ayırt edemiyordu artık, neşelileri gözü yaşlılardan, çocuksuları erkeksilerden ayıramıyordu, bir bütün oluşturuyordu hepsi, özlemin yakınması ve bilen kişinin gülüşü, öfkenin haykırışı ve ölen kişilerin iniltisi, hepsi birdi şimdi, hepsi iç içe geçmişti, birbirine bağlanmış, binlerce kez birbirine sarılıp dolanmıştı. Ve tümü, bütün sesler, bütün amaçlar, bütün özlemler, bütün çileler, büzün hazlar, bütün iyi, bütün kötü şeyler, tümü birden dünyayı oluşturmaktaydı. Tümü birden oluşumların ırmağı, tümü birden yaşamın müziğiydi. Ve Siddhartha dikkatle dikkatle bu ırmağa, bu binlerce sesli şarkıya kulak verdi mi, salt acılara, salt gülmelere kulaklarını tıkayıp ruhuyla tek bir sese bağlanmadı da Ben’iyle bu ses içinde yitip gitmeyerek bütün sesleri işitti mi, bütünü, birliği duymaya çalıştı mı, binlerce sesin bütün şarkısının bir tek sözcükten oluştuğunu görüyordu, bu sözcük de Om’du, mükemmellikti.”

Bir kimse arıyorsa, gözü aradığı şeyden başkasını görmez çokluk, bir türlü bulmasını beceremez, dışardan hiçbir şeyi alıp kendi içine aktaramaz, çünkü aklı fikri aradığı şeydedir hep, çünkü bir amacı vardır, çünkü bu amacın büyüsüne kapılmıştır. Aramak, bir amacı olmak demektir. Bulmaksa özgür olmak, dışa açık bulunmak, hiçbir amacı olmamak. Sen, ey saygıdeğer kişi, belki gerçekten arayan birisin, çünkü amacının peşinde koştuğundan hemen gözünün önündeki bazı şeyleri görmüyorsun.”

“Hiçbir gerçek yoktur ki, karşıtı da gerçek olmasın!”

“Zaman gerçek değildir, Govinda, ben sık sık yaşadım bunu. Zaman da gerçek değilse, dünya ile sonsuzluk, acı ile mutluluk, kötü ile iyi arasında var gibi görünen çizgi de bir yanılgıdan başka şey değildir.”

Şu gördüğün,” dedi taşla oynayarak, “bir taştır, belli bir zaman sonra toprak olacak belki, topraktan da bitki olarak boy verecek ya da bir havyana, bir insana dönüşecek. Eskiden olsa derdim ki: ‘Bu taş yalnızca bir taştır, değersizdir, Maya dünyasındaki nesnelerden biridir; ama yaşam çevriminde insana ve ruha da dönüşebileceği için bu taşa da önem veriyorum.’ Eskiden olsa böyle düşünürdüm belki. Ama bugün şöyle düşünüyorum: Bu taş taştır, aynı zamanda hayvandır, aynı zamanda tanrıdır, aynı zamanda Buddha’dır, ilerde şu ya da bu nesneye dönüşeceği için ona saygı duyuyor, onu sayıyor değilim, çoktan ve her zaman şu ya da bu nesne olduğu için sevip sayıyorum onu.”

“Zaman var mı yok mu, bu seyir bir saniye mi, yoksa yüz yıl mı sürdü bilemez olan, bir Siddhartha, bir Gotama, bir ben ve bir sen var mı yok mu, bundan böyle bilemeyen Govinda, can evinden âdeta Tanrısal bir okla yaralanmış, tatlı bir okla, can evinden büyülenmiş ve dağılıp çözülmüş bir halde Siddhartha’nın yüzüne, az önce öptüğü, az önce bütün o varlıkların, bütün oluşumların, bütün varoluşun sahnelendiği bu yüze bir süre daha eğilmiş durdu öylece.”

Çok uzun bir yazı oldu farkındayım fakat Siddhartha o kadar basit bir kitap değil. Bir felsefenin, bir dinin, bir düşünce tarzının özeti niteliğinde. Hatta kitabın arka kapağında Henry Miller bu kitabın Kutsal Kitap’tan kat kat üstün bir ilaç olduğunu söylüyor. 150 sayfalık bu kendisi kısa fakat çokça derinlikli bu kitap yazar Herman Hesse‘nin başyapıtlarından birisi. Kitabı dilimize Kâmuran Şipal çevirmiş ve Can Yayınları basmış. Orijinal adı Siddhartha: Eine indische Dichtung. Oldukça bilgilendirici ve düşündürücü bu eseri okurken Tasavvuf felsefesi ile de paralellikler gördüm, bizim Mevlana’mızın, İbrahim Edhem’imizin ve daha bir çok tasavvuf kahramanının hikayelerinden parçalar okur gibi oldum. Siddhartha’nın oğluyla olan ilişkisi de Hz. Nuh’un oğluyla olan ilişkisi gibiydi. Yine de en temel dersin insanın kendi arayışını kendi başına yapması gerekliliği olduğunu düşünüyorum.

“Binlerce çeşitliliğin üzerinde yansıyıp kaybolduğu yüz değişmemişti, Siddhartha gülümsüyordu sessizce, yavaşçacık ve yumuşacık gülümsüyordu, belki pek iyi yürekli, belki pek alaylı, tıpkı onun gülümsediği, o ulu kişinin gülümsediği gibi.”

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir