Sahip Olmak ya da Olmak [Erich Fromm]

Erich Fromm‘un Sahip Olmak ya da Olmak adlı eserinden bahsetmeye, kitabın çevirisini yapan Aydın Arıtan‘ın yazdığı önsözdeki birkaç cümle ile başlayayım: “Maddesel sahip oluşların sonu yoktur. İnsan hiçbir zaman yeterince şeye sahip olamayacaktır. Çünkü maddesel olan, elle tutulan aldatıcı ve geçicidir. Bu nedenle “sahip olmak” tutkusundaki insanlar hep kendilerinden fazla şeye sahip olanları kıskanacak, az şeye sahip olanlardan ise, kendi mallarına göz dikecekleri telaşı ile korkacaklardır.” Bu sözlerle söze giren Arıtan, yazarın kitapta fikirlerini üzerine bina ettiği temel düşünceden de bahsetmiş oluyor. Sahip olma ile olma arasındaki fark. İnsanoğlu, sahip olmak üzerine kurduğu ve şekillendirdiği medeniyetini yıkmak üzere. İnsanı insan yapan da mutlu eden de bir şeylere sahip olmak değil bir şeyler olmaktır. Arıtan şöyle devam ediyor önsözünde: “Günümüz toplumları tamamen “sahip olmak” ilkesine göre işlemektedirler. İster kapitalist, ister sosyalist olsun tüm düzenler: mal, mülk, kazanç, daha çok kazanç tutkusu, açgözlülük, şöhret, iktidar gibi yanlış temeller üzerine kurulmuşlardır. Sistemlerin yaşayabilmesi için, insan ve onun değerleri, yerini makinalara ve ekonomik gelişimin bürokrasi çarkına bırakmıştır. Bilim, teknik ve ekonomik gelişme hızla ilerlemiş, ama bunlar kendi yararına kullanılmadığı için, insan, bir araç haline dönüşmüştür.”

Kitabın giriş bölümünde yazar, endüstrileşmenin başlaması ile insanlığın bilim aracılığı ile ulaşacağını düşündüğü refaha, mutluluğa ya da eşitliğe ulaşamamış olduğunun büyük bir hayal kırıklığı olduğunu söylüyor. Gerçekleşmeyen büyük bir vaat var burada. “Sınırsız üretim, mutlak özgürlük ve kısıtlanmamış mutluluk üçlemesi, yeni ‘gelişme dini’nin temelini oluşturuyordu” diyen Fromm’a göre bu dinin takipçilerine mutluluk getirmesi için yeterince bekledik ve elimize geçen büyük bir hayal kırıklığından başka bir şey değil. Dünyada giderek artan bir adaletsizlik var. Zengin ile fakir arasındaki uçurum büyümekte. Kapitalizm, sürekli çalışmayı ve sürekli üretmeyi öngörüyor. Bilimsel gelişmelerin büyük vaadi bu sürekli üretme ve çalışmaya kurban edilmiş durumda. Yaşamın tek amacının maksimum hazza ulaşmak olmadığı ortaya çıktı. Sistem, kendi varlığını koruyabilmek için insanların bencillik, sahip olma ihtirası gibi duygularını besleyerek dengeyi sağlayacağını öngörüyordu fakat demek ki yanılıyordu.

“Çalışma yaşamının güç ve zorlayıcı koşullan kadar, hiçbir şey yapmamak da insanı bunaltır ve sıkar. Yaşamın dayanılır olabilmesi için, bu iki karşıt özelliğin kombine edilmeleri ve birbirleriyle dengelenmeleri gerekmektedir. Bu iki karşıt uç, yirminci yüzyıl kapitalizminin yol açtığı bir zorunluluktur. Çünkü sistemin yaşayabilmesi, bir yandan büyük üretime ve onun için monoton bir grup çalışmasına, öte yandan da üretilen malların tüketilmesine, yani boş zamana ve tüketim eğiliminin artmasına ihtiyaç gösterir.”

“Ekonomik sistemin gelişmesini belirleyen “insan için iyi olan nedir?” sorusu, yerini “sistemin gelişmesi için iyi olan nedir?” sorusuna bırakıyordu.”

“Doğayı fethetmek arzusu ve doğa düşmanlığı gözümüzü öylesine köreltmiş ki, doğal kaynakların da bir sonu olduğunu ve bir gün tükenebileceklerini. Ayrıca doğanın insandaki bu sömürücü tutuma karşı kendini savunabileceği gerçeklerini bir türlü göremiyoruz.”

Bilimsel gelişmelerin, endüstrileşmenin ve kapitalizmin insanoğlunu farklı bir mecraya sürüklediğini ve böyle gidersen büyük bir yıkımın olacağını anlatan yazar, bu gidişin durabilmesi için insanın kalbinde köklü bir değişimin yaşanması gerekeceğini söylüyor. Karakter yapısı değişmeli, açgözlülük ve sahip olma ihtirasının yol açtığı körlük ortadan kaldırılmalıdır. Açgözlülük ve ihtiras insanın kendisine kulak vermesine engel oluyor. Kafasını kaldırıp da kendi dışında neler olup bittiğine bakamıyor. Şimdiki rahatlık, gelecekteki acılara tercih ediliyor. Buna engel olmak için öncelikle sahip olmak ile olmak arasındaki farkın anlaşılması gerekiyor.

Kitabın giriş bölümünden sonraki birinci bölümü Sahip Olmak ve Olmak Arasındaki Farkın Anlaşılması başlığını taşıyor. Sahip olmanın tek amaç olarak işlendiği, her şeyin parasal değeri ile tanımlandığı bir dünyada bu çok zor bir iş. İnsanlar, olmanın tek yolunun sahip olmaktan geçtiğini düşünüyorlar yazara göre. Bu arada şu noktaya da değinmeliyim ki bu kitap ilk olarak 1976 yılında yayınlanmış ve yazarı 1980 senesinde vefat etmiş. Günümüz için geçerliliğini koruyan öngörüleri bilimsel gelişmelerle zehirlenmiş olan bizler için korkutucu bir boyutta. Kafamızı kaldırıp bakamadığımız için süratle yaklaşıyor olduğumuz felaketi hakkıyla anlayamıyoruz.

Erich Fromm, sahip olmak ile olmak arasındaki farkları anlatırken konuşma dilinden örnekler vermiş. Günümüz dünyasındaki sahip olma temelli bazı sözcüklerin zaman içinde dilin sahip olma yönlü değişimi ile anlam değiştirdiğinden bahsettiği bölüm dikkatimi çekti. Bugün doktora giden bir hasta “bazı sorunlarım var” diyorken geçmişte olsaydı böyle diyemezdi diyor yazar. “Bazı şeyleri dert ediyorum” demesi gerekiyordu.

“Marx ve Engels burada, ismin fiil olarak kullanılmasının, nasıl yanlışlıklara yol açabileceğini vurguluyorlar. Böyle yapıldığında, sevmek eyleminin bir soyutlaması olan “sevgi” ismi, insandan ayrılmış oluyor. Bunun sonucu olarak seven insan, sevginin insanı haline dönüşüyor. Artık sevgi bir Tanrıça, bir put olmuştur adeta ve insan, sevgisini ona yansıtmaktadır. Bu tür bir yabancılaşma süreci içinde insan, sevgiyi yaşamaktan vazgeçmiştir. Kendi sevgi yetenekleri ile ilişkiye geçebilmesi, kendini tümüyle aşk Tanrıçasına teslim etmesi sonucunda gerçekleşebilecektir. Böylelikle insan, aktif ve duygulan olan bir kişi olmak yerine, kendine yabancılaşmış ve putlara tapan bir kişiliğe bürünmektedir.”

Düşünce ile dil arasındaki bu bağlantı önemli. “Özetlersek: Tüketim, günümüz aşın üretim toplumunun belki de en önemli sahip olma biçimidir. Tüketilen şeyin kişiden geri alınması imkânsız olduğu için, bu durum korku duygusunu azaltmaya yarar. Ama her tüketilen şey, tüketildiği andan itibaren. Tüketiciyi tatmin edemez hale geldiği için de. İnsanlar yeniden ve daha fazla tüketime yönelmek zorunda kalmaktadırlar. Bu çarkın sonu bir türlü gelmeyince, hep tatminsiz bir çırpınış içinde bocalayan modem tüketiciler, kendilerini şu formülle ifade etmektedirler: “Ben, sahip olduğum ve tükettiğim şeyler dışında bir hiçim.”

Dille ilgili kısımlardan sonra çeşitli kavramları sahip olma ve olma bağlamında incelemiş yazar. Öğrenmek ile başlamış. Bu karşılaştırmayı ezberleme ile öğrenmenin karşılaştırılmasına benzettim ben. Sahip olma kökenli öğrenme ezberleme gibi olurken olmak kökenli gerçekten öğrenme oluyor. Hatırlamak, sahip olma kökenli olunca mekanik bir işlem, olmak kökenli olunca çağrıştırmak gibi oluyor diyor Fromm. Benim aklıma günümüzde çokça kullandığımız navigasyon geldi. Defalarca gittiğim bir yere hep navigasyon ile gittiğim için bir dahaki gidişimde yine navigasyona muhtacım bulmak için.

Konuşmakla ilgili kısım dikkatimi çekti. Karşılıklı konuşurken sahip olmak ekseninde konuşan kimseler kendi bakış açılarının en iyi şekilde kanıtlamayı amaçlarlar. Bu şekilde, karşılıklı konuşma bir mücadeleye dönüşür. Taraflar sadece sahip oldukları fikirleri savunurlar. Olmak eksenli bakanlar içinse konuşmak, geliştirici bir deneyimdir. Otorite uygulamasında da iki yönlü bir bakış açısı var. Otorite, sahip olmak yönlü kullanıldığı zaman karşı tarafa baskı kurma, karşı tarafa dayatma yapma aracıdır. Otorite bu durumda sadece bir üniformaya dönüşür. Olmak eksenli otorite ise karşıdakiyle bütünleşmeyi gerektirir.

“Sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farklılığın bilmek alanındaki belirmesi, “ben bilgiye sahibim” ile “ben biliyorum” deyişlerinde ortaya çıkar. “Bilgiye sahip olmak”, kullanılabilir bilgi (enformasyon) kazanılması ve bunun mülkiyetinin o kişinin elinde olması demektir. “Bilmek” ise fonksiyoneldir ve üretici düşünce sürecinin bir parçasıdır.”

“Bizim eğitim sistemimiz, insanlara bilgiye sahip olmayı öğretmektedir. Sahip olunacak bilgi düzeyinin de o insanın gelecekte sahip olması beklenen mülkiyetin veya sosyal prestijin düzeyi ile eşdeğer olmasına dikkat edilmeye çalışılmaktadır.”

“Sahip olmak” kökenli inanç, kişiye bir güven duygusu verir. Bu inancı yayan ve koruyan kişilerin güçleri sarsılmaz gibi görüldüğü için de, bireyler bu inanca sahip çıkmakla, en doğru ve şaşmaz gerçeğe vardıklarını ‘sanırlar. Yalnızca bağımsızlıklarını feda ederek, böyle güvenilir bir inanca sahip olmak, günümüzde çok kişi için bulunmaz bir nimettir.”

Sahip olmak ilkesiyle inançlara bakan yazar, bunun putperestlikten farklı olmadığını görüyor. İnsanlar inanınca, o dine, o fikre, o tanrıya sahip olmuş gibi davranıyorlar. Yazar dini metinleri de incelemiş ve hepsinin insanlara olmak kavramını aşılamaya çalıştığını fark etmiş. Eski Ahit’te ve İncil’de mal biriktirmeyi yasaklayan onlarca pasajı aktarmış kitabına. Sebt gününde çalışmanın yasaklanması, insanların o gün dua ederek, okuyarak, yiyip içerek, şarkı söyleyerek, severek “olmaya” çalışmaları için diyor yazar. Hıristiyanlıkta da şeytan sahip olmanın, İsa ise olmanın temsilcisidir diyor.

Kitabın ikinci bölümü, İki Varoluş Biçimi Arasındaki Temel Farklılıkların Çözümlenmesi başlığını taşıyor. Endüstri toplumunda insan, sahip olmaya, mal-mülke, kazanmaya odaklanmış durumdadır. Latincede soymak anlamına gelen “privare” kelimesi bugün özel mülkiyet manasında kullanılmaktadır. Buradan şu mana çıkıyor, özel mülkiyet aslında bir soygundur. İnsanlar günümüzde birer eşyaya dönüşmüş durumdalar. Kullanıp tüketmek ve atmak günün moda düşüncesi. İlişkilere bile her şeyi eşya gibi görme duygusu sirayet etmiş durumda. Benim doktorum, benim avukatım, benim işçim gibi nitelendirmeler bunun kanıtlarından birisi.

“Özel mülkiyet de mallarımızı bizden almak isteyenlere karşı koruyabilmemiz için, yine belirli bir gücü ve iktidarı şart koşar. Aslında hiçbir kimse yeterince mala sahip olamamaktadır. Ama mülkiyete sahip olmak tutkusu, bizi şiddet kullanmaya ve başkalarını açık ya da gizli biçimde sömürmeye itmektedir. “Sahip olmak” eğilimindeki bir insan, mutluluğu başkalarına üstün olmakta, gücünün bilincine varmakta ve son aşamada fethetme, soyma ve öldürme yeteneklerinde bulmaktadır. “Olmak” ilkesinde ise mutluluk sevgide, paylaşmada ve vermededir.”

Sahip olmak şeylerle ve nesnelerle ilişkiliyken Olmak yaşantılarla, duygularla ve içsel süreçlerle ilgilidir. Olmanın tanımlanmasının zor hatta imkânsız olduğunu söylüyor yazar. Olmanın en belirgin özelliğinin aktivite olduğunu söylüyor. Bu aktivite ticaret için değil, insanın içsel süreçleriyle ilgili olduğunu da ekliyor.

“Toplum, insanları ikili bir kıskaca almaktadır. Bir yandan akıldışı ve insan doğasına ters tutkular yaratırken, öte yandan da onları aldatıcı kurgular ile doyurmaya çalışmakta ve böylelikle gerçeğin üzerini örtüp, onu sözde bir akılcılığın uğrunda kafese hapsetmektedir.”

“Modern toplumlarda “sahip olmak” ilkesinin, insanın varoluşundan gelen bir özellik olduğu ve bu nedenle de değiştirilemeyeceği inancı yaygındır. Bu fikrin kaynağında, insanın doğası gereği tembel ve pasif olduğu, maddesel bazı çekicilikler ya da açlık, ceza görme gibi korkular onu güdülemezse, bırakın çalışmayı, hiçbir şey yapamayacağı inancı yatar. Çağımız toplum biçimlerinde bu dogma kabul edilmiştir ve bizim yetiştirme ve çalışma yöntemlerimizi belirlemektedir. Ama bu davranış, toplumsal eğilimleri insan doğasına uydurmaya çalışma isteğinden başka bir şey değildir.”

Burada yazarın anlatmak istediği bende ekonominin ilk derslerinden itibaren görmüş olduğum o rasyonel insanı çağrıştırdı. Ekonomi bilimi yani okullarda bizim okuduğumuz kapitalist ekonomi rasyonel insanı her zaman kendi menfaati için en doğrusunu yapacak olan insan olarak tanımlıyor. Sahip olmak türündeki insan da böyle. Nurettin Topçu’nun İsyan Ahlakı adındaki kitabında bahsettiği kendisini insanlık için feda edebilecek olan kahraman bir insan tipi var. İnsanlık, bu insan tipi sayesinde ilerliyor. Herkes bencil ve açgözlü olsaydı insan türünün bugüne ulaşması mümkün olmazdı. Herkesin bencil ve açgözlü olduğu bu dünyanın da yarınlara gitmesi mümkün değil. Meğerki kahramanlar çıksın ve bu gidişe dur desin.

Fromm da Buda’yı ve Çarlık Rusyasında zenginliklerinden vazgeçerek köylerde çalışmaya giden yüksek sınıftan gençleri örnek olarak vermiş bu rasyonel olmayan insan tiplerine.

Bütün anlattıklarımız bizi şu sonuca götürüyor. İnsanda iki türlü eğilim vardır: Bunlardan birincisi, biyolojik olarak yaşamda kalma ve yaşama arzusuna bağlı olup, ondan güç bulan “sahip olmak” güdüsü, İkincisi ise, insan varoluşunun gereklerinden, özellikle yalnızlık ve terk edilmişlik duygusundan kurtulabilmek için, başka insanlarla bir olmak ihtiyacından doğan “olmak” güdüsüdür.

“Özetleyecek olursak: İnsan türünün varoluşundan kaynaklanan koşulları göz önünde tuttuğumuzda, vermek, paylaşmak ve fedakârlık yapmak duygularının böylesine yaygın ve yoğun olması bizi şaşırtmaz. Asıl şaşırtıcı olan, bu büyük ihtiyacın nasıl bastırıldığı ve bireysel çıkarı öne alan endüstri toplumlarında (ve ona benzer birçok diğer kültürde) dayanışma duygusunun nasıl ikinci plâna itildiğidir. Bunun açıklamasını da yine bir olmak ihtiyacı ile yapmak, kimi okuyucuya belki çelişik gibi gelecektir. Ama insanların neden yanlışa yöneldiklerini, en iyi bu duygu ile açıklayabiliriz. Kazanç-Kâr-Mülkiyet temelleri üzerine kurulu bir toplumun, sahip olmak eğiliminde bir sosyal karakter yaratacağı kesindir. Bu davranış biçiminin yaygınlaşıp, çoğunluk tarafından kabul edilir olmasından sonra, toplum dışına atılmaktan ve yalnız kalmaktan korkan bireyler, kendilerini çoğunluğa uydurmak zorunda hissetmektedirler.”

İnsan sahip olduğu her şeyi yitirmek zorundadır diyor yazar. Mal, mülk, edinimler bir bir elden çıkacak ve sonunda ölümle birlikte her şey kaybedilecektir. İnsan diyor Fromm, sadece sahip olduğu şeylerden ibaretse onları yitirdiği zaman kendisini de yitirecektir. Sahip olmak durumunda sahip olunan şeyler kullandıkça azalırken, olmak durumunda kullanılan şeyler fazlalaşır. Akıl, sevgi, zihinsel ve sanatsal yaratışlar, kullandıkça ve uyguladıkça artar, gelişir ve güzelleşir. Ayrı oluş ve bir oluş olarak da incelemiş yazar sahip olma ve olmayı. Olmak aslında bir oluştur. Adem’in cennetten ayrılması temeldeki birliğin bozulmuş olması manasındadır. Olmaktan ayrılmış olan insan bir olduğu sürece tamamlanacaktır aslında. Adem’in günahını iyi etmenin yolu akıl ve sevgi ile tüm insanlık ve dünya ile bir olmaktan geçer.

Kitabın üçüncü ve son bölümü Yeni İnsan – Yeni Toplum başlığı taşıyor. Burada yazar, yıkıma giden insanlık için Olmak temelli bir kurtuluş reçetesi sunmaya çalışmış. Çeşitli ütopik metinlerle paralellik arz edebilecek bir portre çizmiş ki uygulanabilirliği belki yazarın yaşadığı zamanda ve tüm dünyanın kabul etmesiyle mümkün olabilecekken günümüzde artık ne yazık ki mümkün değil. Bu bölümde dinlere ve tekniğe eleştiri getirerek başlayan yazar anladığım kadarıyla Protestan Ahlakı’nı kastederek yolun yanlış olduğunu beyan etmiş ve tekniğin yakın gelecekte insanı köle yapacağını ve ardından belki de yok edeceğini söylemiş.

“Eğer insanlık, doğal kaynakları sorumsuzca tüketmeye devam eder ve doğanın insanın yaşamını sağlayan dengesini bu hızla bozacak olursa, yüz yıldan daha kısa bir zamanda, toptan yok olma felaket ile karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır.” demiş yazar. Bu hesapla 2062 yılında en iyi ihtimalle felaket bizi bekliyor demektir. Byung-Chul Hanı’ın Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü kitabında da benzeri bir düşünceyi okumuştum.

“Yaşamın tek anlamı ekonomi ise, o yaşam ölümcül bir hastalığın pençesinde demektir.”

Erich Fromm, insanın değişebilmesi için gerekli koşullar ve yeni bir insan taslağı diye başladığı bölümde dört ön koşuldan bahsetmiş: Acı çekmek, huzursuzluğun nedenlerini tanımak ve bilmek, bu bunalımı atlatabilecek bir yol bulmak ve belirli davranış biçimlerini kendine özgü kılmak ve acıları atlatabilmek için yaşam pratiklerini değiştirmenin gerekliliğine inanmak. Böylelikle kendi mal ve mülkünün kölesi olmaktan kurtulacak, sevinci istifçilikte ve başkalarının yarattıklarını sömürmekte değil, vermekte ve paylaşmakta bulacak, kendini diğer canlılarla bir hissedecek, doğaya egemen olmaya çalışarak onun dengesini bozmayacak, yaşamın en yüce amacının kendinin ve diğer insanların kişiliklerinin gelişip güçlenmesini kabul edecek yeni insan. Buna bağlı olarak oluşacak yeni toplumda sınırsız ekonomik gelişme amacı terk edilecek, çalışma koşulları tamamen değişecek, tüketim hırsı yok olacak, reklam yöntemleri ortadan kalkacak.

Tüm bunların ütopya olduğunun yazar da kısmen farkında fakat ümidini kesmemiş. Büyük kuruluşların böylesi faaliyetlerin önünü keseceğini biliyor fakat yeni tip bir demokrasi fikriyle bunun üstesinden gelinebileceğini düşünüyor. Yerel grupların yönetimde söz hakkına sahip olduğu (yönetime katılım demokrasisi) ile bunun üstesinden gelinebileceğini düşünüyor. Politik ve ekonomik her tür reklamın yasaklandığı, zengin ve fakir uluslar arasındaki farkların kapandığı, herkese belirli bir asgari gelir düzeyinin sağlandığı, kadınların ataerkil esaretten kurtulduğu, her yeni buluşun insanlığa faydasının olup olmadığına bakılmaksızın kar maksimizasyonu için üretimine geçilmediği, silahsızlanmaya gidilen bir dünyada elbette ki her şey daha güzele gider fakat bunu gerçekleştirecek irade nerede?

“Günümüzde iktidar gücüne sahip olmayan ve ancak belirli bir sorumluluk taşıyan orta sınıf vatandaşlar, anlamsız bir tüketim biçimine tutulmuşlardır. Batı dünyasının çoğu insanı, tüketimin verdiği tadı bilmekte, ama giderek bunun kendilerini doyuma ulaştırıp, mutlu etmediğinin de farkına varmaktadır. Artık çok şeye sahip olmanın, esenliği getirmediğini biliyorlar. Böylelikle geleneksel ahlâk sınanmış ve bunun sonucunda da doğrulanmış oluyor. Ama bu arada eklemek gerek ki, tüketimin tüm imkânlarını yaşayamamış ve elde edememiş olanlar, yani Batı dünyasının fakirleriyle sosyalist ülke halklarının çoğunluğu ve az gelişmiş ülkeler, “tüketim mutluluk getirir” adlı eski hayale kapılmaktan kendilerini alamamaktadırlar. Açgözlülük ve kıskançlığı ortadan kaldırmaya karşı ileri sürülen, bunların insanın doğasından geldiği ve bir varoluş gerekliliği olduğu yolundaki iddialar, giderek değerlerini yitirmektedirler. Çünkü artık anlaşılmıştır ki, açgözlü ve kıskanç oluş, kurtlar arasında daha iyi bir kurt olmak yolundaki sosyal baskı sonucunda böylesine abartılı bir hâl almaktadır. Toplumsal hava ve ortak değer yargılan değişecek olursa, bencillikten sencilliğe geçiş de öylesine kolay olacaktır.”

Elimde Say Yayınları’nın sekizinci baskısı olan bu değerli kitap Aydın Arıtan tarafından dilimize kazandırılmış,260 sayfa.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir