Saatleri Ayarlama Enstitüsü [Ahmet Hamdi Tanpınar]

Ah Hayiriciğim İrdal Beyfendiciğim. Sizinle tanışmamız ne kadar da geç kalınmış bir hadisedir. Varlığınızdan haberdar olmama rağmen bunca yıldır sizi dinlenmeye bıraktığım için ne kadar müteessirim bilemezsiniz. Bir rafta, benim ya da onun olgunluğu için sıra bekleyen kaç kitap var Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi bilemezsiniz. Ama geç olsun da güç olmasın değil mi ya? Vaktiyle Boğaziçi Üniversitesi’nin TK derslerinin okuma listesindeykendi ilk tanışıklığımız. Ben o dönem o dersi almıyordum fakat herkesin elindeydi kitap. Bir alıp karıştırdım. Saatler, ayarlar, enstitüler, Hayriciğim İrdal, Halit Ayarcı derken sıkıldım. Yirmi sene evvelin sabırsız tabiatı. Gençlik ya da. Bugüne geldiğimde belki de hatim için doğru zamanı şimdi buldum diye düşünüyorum. Lafı uzatmadan Hayri İrdal büyüğümün, Faust da diyebilirsiniz siz, hayatının inkılap öncesi dönemine geçeyim.

“Belki de şahsiyet dediğimiz şey bu, yani hafızanın ambarındaki maskelerin zenginliği ve tesadüfü, onların birbiriyle yaptığı terkiplerin bizi benimsemesidir.”

“O vakte kadar saatten başka bir şeye merak etmemiştim. Ondan da büyük bir şey anlamıyordum. Rahmetli Nuri Efendiden saat hakkında bir yığın malûmat edinmiştim. Fakat ciddî şekilde saatçiliğe yanaşmamıştım. Üstelik sakardım. Elimle gözüm beraber çalışmaktan uzaktı. Her ikisi birbirinden ayrı yaşıyorlardı. Yaradılıştan amatördüm. İş olarak üstüme aldığım her şeyden çarçabuk sıkılıyordum. İçimde birdenbire bir yol açılıyor ve ben elimdeki işten sessizce ona kayıyordum.”

Hayri İrdal, Şark’ın bu bahtsız evladı. Maatteessüf biçarenin ömrü oradan oraya savrularak geçiyor. Modern zamanlara ulaşan insanlığın yanında yürümeye çalışırken hasta bir adam gibi; “hasta adam” gibi tökezliyor. Dura kalka ilerlemeye çalışıyor.

“Yüzlerce, binlerce insan, orada, öbür dünya dediğimiz büyük depoda, kendi sırlarının üzerlerine kapanmış, kıskanç ve sessiz bekliyordu.”

“Şu hakikati kendi hayatım bana öğretti: İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.”

Halası gibi o da ölmek üzere. Ölecek, mezara indirilecek, ve ardından “kefen yırtan” halası gibi, küllerinden var olan bir Anka gibi yeniden var olacak. Fakat önce kahve köşelerinde pineklemesi lazım biraz.

“Zaten bu cins ciddî şeylerden bahsedenler, hususî bir isim altında tanınırlardı. Onlar Nizamıâlemcilerdi. Dünyayı düzeltmek zahmetini üstlerine alan bu aristokratların altında daha geniş bir tabakaya “Esafil-i Şark” adı verilmişti. Onlar kültürden, medeniyetten bu kahvedeki müşterek hayata yarayacak kadarını almakla yetinen günlük hazların ve geçim sıkıntısının veya çaresizliklerinin dışında yalnızca komiğin, aksayanın üzerinde zararsızca durmakla yetinenlerdi. Nihayet üçüncü bir tabaka, Şiş Taifesi gelirdi. Şiş, hiçbir inceliği olmayan, şehir hayatına intibak etmemiş yahut kaba insiyaklarını yenememiş insanlardı. Şiş Taifesi’nden bir insan kavga edebilirdi, bir Esafil-i Şark veya Nizamcı ancak Şiş’liği tutarsa kavga ederdi. Binaenaleyh, Şiş’lik biraz da iptidaîlik mânasına geliyordu. Ve yalnız bu taife, belki de kalabalık olduğu için Yarım Şiş diye kendi içinde de ayrıca sınıflanırdı.”

“En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hattâ ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.”

“Fakat düşündüğüm olmadı. Müstakbel damadım sanki üm-i menâfiü’l-âzâyı ve ilm-i simayı iflâs ettirmeğe karar vermişti. Hiç kimseyi öldürmedi. Hattâ bir tokatçık bile atamadı. Bilâkis evvelâ suratına, hangi pir aşkına olduğunu fark edemediğim iki sunturlu tokat yedi. Ağzının tam üstünü birinci sınıftan bir yumruk okşadı, sonra kafasında kahvenin en sağlam görünüşlü iskemlesi parçalandı. Daha sonra birbiri peşine gelen fâsılasız tekmelerle âdeta ayakları yerden kesildi, havada uçmağa başladı ve kahvenin kapısı önündeki kaldırıma yığıldı. Ah Yârabbim, o andaki sevincim!”

Sonra velinimeti, Mephisto’su Halit Ayarcı ile karşılaşır bir gün.

“Taşlıkta bizi lokanta sahibi karşılıyor. Halit Ayarcı elini sıkıyor. Demek bu da âdet. Param olursa ben de yaparım. Fakat onun gibi yapmam imkânsız. O güveni ben kendimde bulabilir miyim hiç? Bu lokantaya giriş değil, bütün bir fütuhat! O zamanlar el sıkmak âdeti olsaydı, İskender Mısır’a, Dârâ Yunanistan’a girdikleri zaman muhakkak böyle yaparlardı.”

“Demek Kulüp rakısının başka cinsi de var. Niçin olmasın? Her şey sınıf sınıf. Kadınlar da öyle değil mi? Selma Hanımefendi, Nevzat Hanım, Pakize, sonra Pakize’nin kardeşi olduğu hâlde meselâ büyük baldızım… Hepsi ayrı cinsten. Daha niceleri var. Kâinat lâhana gibi, yaprak yaprak, kat kat.”

“Psikanaliz, devrimizin en mühim keşfidir.

Halit Ayarcı’nın sesi birdenbire diken diken oldu.

– Bırak doktor şu psikanalizi… Allah belâsını versin! Biz şimdi rakı içiyoruz.

Doktor Ramiz derhal psikanalizi bırakıyor ve hemen onun yerini İstakozu alıyor. Doğrusunu isterseniz, on senedir, onunla beraber olduğumuz zamanlarda benim de yapmak istediğim hep bu idi. Fakat beni davet ettiği meyhanelerde, masanın üstünde psikanalizden başka ağza konacak doğru dürüst bir şey bulunmazdı.”

“Yeni gelen adam bir el işaretiyle bizi yeni baştan yarattı. Doktor Ramiz’le ben Tevrat’ın yeni yaratılmış adamı gibi, o anda duyduğumuz sevinç, hayranlık ve mahcubiyetle giyindik, örtündük.”

“Demek son derecede şahsî! Mesele halloldu. Orijinal ve yeni… Dikkat edin, yeni diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur.”

“Evet, bütün mesele burada. Siz teşebbüs fikrinden mahrumsunuz. Sonra idealistsiniz. Realiteyi görmüyorsunuz… Hulâsa eski adamsınız. Yazık, çok yazık! Biraz realist olsanız bir parça, ufak bir miktarda, her şey değişirdi.”

“Dostum, işler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri onları görecek adamlar icat eder. Biz de bunu icat ettik. Bunu bizden evvel kimsenin düşünmemesi veya başka şekilde düşünmüş olması müsbet olmasına mâni midir, sanıyorsunuz? Biz bir iş yapıyoruz, hem mühim bir iş…”

“Bütün kuvvetimi, cesaretimi topladım. “Ya pîr!” Fakat yalancıların piri kimdi acaba?”

“Bununla beraber muhakkak insan eliyle öldürülmesi mukadder idiyse, Cemal Beyin ilk rast geldiği insan tarafından ve sırf Cemal Bey olduğu için, burnu o kadar kısa, alnı o kadar dar ve karışık, yüzü o kadar parlak ve itinalı, sesi öyle nazlı ve hımhım, gözleri öyle küçük ve parlak ve bakışları öyle yırtıcı kuş bakışı olduğu için, öldürülmesi icap ederdi.”

“Ben aşktan daima kaçtım. Hiç sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde… Fakat daima ödersiniz… Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz…”

“Yüzündeki tebessüme hayran oldum. İnsan bu istihzayı bulduktan sonra ebediyete kadar müsamahalı olurdu. Çünkü bu istihza insanoğlunun toptan inkârıydı. Ona erişen insanın yapmayacağı, yapamayacağı şey yoktur. Eğer içine yerleşmiş yalnızlık hissinden bir lahza zehirlenmezse.” 

Saatleri Ayarlama Enstitüsü bir kitap olarak bir okurun başına gelebilecek en iyi şeylerden biri. Bu kitap başucuna koyulur. Ara sıra açıp okunur. En beğendiğin roman hangisi diye sorulduğu zaman tereddüt etmeden ismi zikredilir. Sıradan bir okuyucunun ilk onunun içine rahatlıkla girer. Hayatı değiştirir, farklı bakış açısı sunar, düşünceye yeni ufuklar açar. Bir kere daha ruhun şad olsun Ahmet Hamdi Tanpınar…

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir