Prens Von Hombourg [Heinrich von Kleist]

Tiyatro eseri denince aklıma ilk olarak Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac’ı ardından da Moliere’nin Cimri’si gelir. İtiraf etmeliyim ki derinlikli bir şekilde Shakespeare okumadım. Daha geniş zamanlarda İngilizce aslından okuma isteğimden kaynaklanıyor olabilir okumamam. Kleist‘in Prens Von Hombourg ya da başka bir adıyla Hamburg Prensi eserinden bahsetmeden önce yazar Heinrich Wilhelm von Kleist‘ten bahsetmek istiyorum. 1777 doğumlu Alman yazar kısa hayatını çok maceralı bir şekilde yaşar. Askerlikle geçirdiği gençlik yıllarının üzerine hukuk ve felsefe eğitimi alır ve eser vermeye başlar. Karamsar bir ruh hali olduğunu düşünüyorum yazarın. Eserini okuduktan sonra idealize ettiği dünya ve gerçek dünya arasındaki farklara dayanamayan bir romantik, bir tutunamayan olduğu düşüncesi oluştu bende. Genç yaşında hayatına son vermiş olması da bundan kaynaklanıyor olmalı. Henüz otuzlu yaşlarında, sevgilisi Henriette Vogel ile birlikte bir nehrin kenarında gider, silahı önce sevgilisine sonra da kendine doğrultur. Prens von Hombourg’un hayata çok bağlı olan birinci hali sanırım ilk kurşunu sıktıktan sonra namluyu kendine çevirmesi gerekirken artık ölümü cesaretle karşılayan ikinci haline dönüşmüş olmalı.

Kitap Alman ordusunda görev yapan ve ordunun bir bölümünü komuta eden Prens von Hombourg’un uyurgezerliği sırasında Kral’a rastlamasıyla başlıyor. Beş perdelik eserin girişi böyle. Üç gündür savaş meydanlarında uyumamış olan prens uykuya yenik düşmüştür ve ertesi gün de önemli rol oynayacağı başka bir muharebe vardır. Prens kralın uzaktan yeğenidir ve bir başka yeğeni olan Natalie’ye âşıktır. Savaş meydanında üstün bir gayret gösterse de kralın emrettiği biçimde ihtiyat kuvvetlerini komuta edeceği yerde ordusu ile savaşa dâhil olduğu için kralın gazabını üzerine çeker ve idamına karar verilir. Önce idam kararı ona olmayacak bir şeymiş gibi görünür zira kendisi bir savaş kahramanıdır, sonrasında ise ölüm korkusu sarar prensi. Kraliçeye yalvararak kendisini bağışlatmasını ister. Bir kahramanın düştüğü bu hal içler acısıdır. Ölümü de kahramanca karşılaması gerekmektedir. Sonra kral yanlış yaptığını kabul etmiyorsa idam kararından vazgeçeceği haberini gönderir prense. Prens bağlı olduğu kralı haksız çıkarmaktansa ölmeyi yeğlemektedir bu aşamada. Burada aklıma Ömer Seyfettin’in Ferman adlı hikâyesi geldi. O hikâyede de kendi ölüm fermanını taşıyan bir asker vardı ve bile isteye idama gidiyordu sırf otoriteye itaatsizlik etmemek için. Ömer Seyfettin’in bu hikâyeden esinlenmiş olması muhtemel gibi geldi bana. Kral prense kendi hayatı hakkında karar verme yetkisini de kendisine verirken sanki şerefinle hayatın arasında bir tercih yap demek istiyor. Prens bir miktar ikilemde kaldıktan sonra ölümü cesaretle kabul ediyor. Daha sonra diğer ordu komutanlarının krala şefaatçi olarak gitmeleri, kraliçenin ve prenses Natalie’nin yalvarmaları ile devam ediyor oyun.

Benim elimde 1955’te Maarif Basımevi tarafından yayınlanmış olan baskısı var, daha yeni baskılar da mevcuttur elbet. Çeviren Burhanettin Batıman, 102 sayfa.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir