Pardayanlar [Michel Zevaco]

Pardayanlar esasında on ciltten oluşmuş bir roman serisinden başka bir şeydir.  Ortaokuldayken bir yaz tatilimdi. Odama kapanıp su gibi o kitapları içtiğim günleri nasıl unuturum. Bazı kitaplar böyledir. Keşke okumamış olsam da ilk seferki gibi zevkle bir daha okuyabilsem derim içimden. Pardayanlar işte böyle kitaplar. Okuduktan sonra uzun yıllar tanıştığım her Fransız’a söyledim. Ben de Michel Zevaco okuyorum dedim. Ama nasıl da düş kırıklığına uğradım. Kimseler bilmiyordu.

Zevaco aslında taklitçi bir yazar. Ecel Köprüsü ve Venedik Âşıkları kitaplarında mesela, aşikâr bir Monte Kristo taklidi var. Belki diğer romanları da öyle. Taklitçi belki biraz abartı oldu. Hangi romancı taklitçi değil ki. Hangi yazar yüzde yüz özgün olduğunu iddia edebilir ki? Orhan Pamuk “Yeni Hayat”‘ı yazarken Oğuz Atay’dan etkilenmediğini iddia edebilir mi? Zevaco da etkilenmiş biraz işte. Belki bu etkilenmeleri, belki Dostoyevski gibi bir odayı elli sayfa anlatmaması, Proust gibi okuyucuyu çileden çıkarmaması, belki diğer yazarlar gibi olmaması onun edebiyat büyüklerinin arasına girmesine engel olmuştur. Zaten Pardayanlar yazarını çok çok aşmış kitaplar. Ve insanlar halen ikiye ayrılıyorlar Ahmet Altan’ın dediği gibi. Pardayanlar’ı okumuş olanlar ve okumamış olanlar.

Pardayanlar nobel ödülleri almış, tarihlere geçmiş, ellerden düşmemiş, derslerde işlenmiş kitaplardan çok farklıdır. Bir edebiyat kitabında bir parçasının yayınlanması yerine üniversitede ders olarak okutulmaya değerdir. Zira içeriği size zaman geçirtmekten ziyade sizi düşündürtmeye yöneliktir. İyi olmak, doğru olmak, güçlünün değil de zayıfın yanında olmak, dünya varlığına önem vermemek, maddeci değil de manacı olmak, kendine güvenmek, gözünü budaktan sakınmamak, sonucunu bile bile doğru bildiğinden şaşmamak gibi duyguları verir kitap ilk satırından son satırına.

“Başenkizitör birdenbire sordu:

– Nasıl oluyor da siz kıymette bir adam şövalye ünvanından başka bir şeye sahip bulunmuyor ve otsuz ocaksız fakir bir asilzade halinde kalıyor?

Pardayyan omuz silkti

– Beni Kont dö Marjansi tayin etmişlerdi… Bu kontluğun toprağını ve gelirini bana vermişlerdi…Reddettim. Bir melek bana bütün servetini bırakmıştı. Bir meteliğini bile almadan hepsini fakirlere bahşettim…

– Peki nasıl oluyor da sizin gibibir savaş adamı, basit bir sergüzeştçi halinde kalıyor?

– Kral üçüncü Hanri’nin başkomutanlığını vermek istediler… Reddettim!

– O halde nasıl oluyor da siz kıymette bir diplomat, sadece böyle ehemmiyetsiz ve kıymetsiz bir vazife almış bulunuyor?

– Navar Kralı Hanri, beni birinci nazırlığa tayin etmeğe kalktı. Reddettim!

Espinoza bir an düşünür gibi göründü. içinden : ” Verdiği her cevap balyoz darbesi gibi…Şimdi ben de onun gibi balyoz darbeleriyle konuşayım!” diye düşündü ve birdenbire:

– Çok iyi etmişsiniz ! dedi. Kıymetinizden aşağı olan ünvan ve vazifeleri kabul etmemekle çok iyi etmişsiniz.

Pardayyan şaşkın gözlerle baktı:

– Yanılıyorsunuz mösyö! Bana verilen ünvanlar da, vazifeler de benim gibi fakir bir sergüzeştin hayalini kurabileceği ünvan ve vazifelerden çok üstün şeylerdi.

Pardayyan yalancı bir tevazu komedisi oynamıyordu. Düşündüğü gibi söylüyordu. Kendisine verilen ünvan ve işlerin liyakatından çok üstün olduğundan emindi. Kendine kıymet vermezdi. Fakat Espinoza da Pardayyan kadar güçlü, kurnaz diplomat bir adamın bu kadar mahcup ve kendini beğenmez bir tabiate sahip olduğunu bilemezdi. Mütereddit, yavaş ve hesaplı bir tavırla söze başlayarak:

– Size Grandük ünvanı ve Hindistan varidatından yılda on bin düka altını ile birlikte brinci derece bir devlet idaresi, askeri ve idari tam salahiyetle birlikte kral vekilliği teklif ediyorum… dedi. Ayrıca sarayınızın idaresi için yılda yirmi bin dükalık bir maaş alacak ve sekiz ispanyol kadırgasının amiralliği ile İspanya altın pösteki şövalye nişaniyle şereflendirileceksiniz… Bu şartlar sizce kafi mi?

Pardayyan :

– Bu, dedi, sizin benden isteyeceğiniz işe göre değişir.

Espinoza:

– Bir cümle ile, dedi, kılıcınızı kutlu bir gayenin hizmetine koyacaksınız.

Şövalye gayet sakin:

– Mösyö, dedi. Dünyada asil ve doğru bir gaye hizmetine kılıç koymayacak şövalye tasavvur edemem. Böyle bir iş için sadece şeref ve insanlık duygularına hitap etmek yeter. Unvanları, gelirleri, maaşları ve nişanları saklayın… Şövalye dö Pardayyan’ın kılıcı verilir, ama satılmaz!

Espinoza hayretle haykırdı:

– Ne? Yaptığım teklifi red mi ediyorsunuz?

Şövalye gayet soğuk bir tavırla:

– Elbette reddediyorum! dedi. “

Pardayyanlar, cilt 5, sayfa 128, Güven yayınları

Görüldüğü gibi şövalyenin dünyayla çok alakası yok. Umrunda da değil. Önemli olan Pardayan’ın adı. İsminin temiz kalmasından daha mühim hiçbirşey yok onun için dünyada. Hayatta iyi ve kötü arasında var olan dengesizlik onun için hep bir üzüntü sebebi, ve kendisi bizzat kötülükleri ortadan kaldırmak için var olan bir mitolojik kahraman. Asla yenilmez, zekası ve mantığı asla şaşmaz, asla yanlış yapmaz. İnsani zaaflardan uzak, nefsini ıslah etmiş bir Anadolu dervişi ile bütün doğaüstü güçleri bünyesinde barındıran bir yarı-tanrı mitolojik kahramanın birleşimidir.

İnsanlar Pardayanları okuyanlar ve okumayanlar olarak ikiye ayrılıyor. Gerçekten de bu kitapları okumuş bir insanın diğerlerinden ayrı davranıp davranmadığı yönünde bir araştırma yapılacak olsa ahlaki olarak pozitif etkilerinin olduğu kanıtlanabilir. Etik bir ikilemde kalmaz Pardayan okuru. Doğru olan kendisine kaybettirecekse dahi bunu seçer kolaylıkla.

Yıllar sonra fark ettiğim bir özelliği de Pardayan’ın; birazcık kara bir kitap oluşu. Biraz nihilist, biraz bunalım bir hali var. Pardayan’a en yakın kitap nedir okuduğun diye sorsalar hiç düşünmeden Tutunamayanlar’ı söylerim. Oğuz Atay’da zaten kitabında bahsetmiştir Pardayan’dan. Pardayan’da bir Tutunamayandır bariz bir şekilde. İnsanların dünyasında, bir yönüyle onlardan uzak bir şekilde sürdürür yaşantısını.

Sözü uzatmadan kitapların isimlerini sıralayıp çıkayım, yayınevi ve sayfa numarası veremiyorum zira değişik senelerde değişik yayınevleri tarafından basılmış. Bence en makbul olanı 50’li yıllardaki Güven Yayınevi basımı, sonra da 70’lerde Baskan Yayınlarınınki var ikinci sırada. Oluş’u tavsiye edemeyeceğim. Yeni baskılarını da okumak kısmet olmadı.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir