Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler [Ahmet Yaşar Ocak]

Ahmet Yaşar Ocak’ın Osmanlı toplumunda zındık olarak itham edilenlerle ilgili yaptığı kapsamlı araştırması 400 sayfadan fazla sürüyor. Yazar önce zındık ve mülhid kelimelerinden, tanımların nereden geldiğinden, İslam’ın ilk dönemlerinde kimlerin bu sıfatlarla suçlandığından bahsediyor.

“Dolayısıyla bu bölünmeleri, gerçekte fethedilenlerin fethedenlere karşı bir kültürel direnişi, eski dinlerini, mistik ve felsefi kültürlerini İslami kılıflar ve kavramlar aracılığıyla sürdürme, başka bir deyişle, kendi inanç, fikir ve kültür köklerini, girdikleri yeni dinin kalıpları içinde saklama mücadelesinden başka bir şey olmadığı şeklinde yorumlamak, kanaatimizce tarihsel bir olgunun ifadesi olacaktır.”

Yazara göre ilk dönemlerde İslam’ı tam olarak özümseyememiş, çoğunlukla İranlılar tarafından ortaya atılan bu türlü fikirler eski dinlerinin İslam’la harmanlanması gibi bir yönelimin neticesiydi.

“Ama bir kısmı, Müslümanlığı kabul etmelerine rağmen, çok uzun bir geçmişi simgeleyen eski inanç ve kültürlerinden kolayca vazgeçmediler. Mirasçısı oldukları eski dinlerin ve kültürlerin muhtevalarım, yeni dini anlayış ve yorumlayışlarında referans olarak kullandılar. Bilhassa eski Zerdüşti İran’da Sâsâni toplumunun sınıflara ayrılmış, eşitlikçi olmayan ve adaletsiz yapısına sosyal bir tepki olarak doğan Mazdekizm ve Maniheizm gibi dinler bu yorumlayışta ana referans kaynaklarını oluşturdu.”

“Çağdaş Çin kaynaklarından Budist oldukları kesin olarak bilinen Dokuz Oğuzlar’a da zendik dediklerini delil olarak gösteriyor, sonuçta zendik teriminin tıpkı bugün olduğu gibi eskiden de genel anlamda “inançsız” demek olduğu kanaatine varıyor.”

Daha sonra Emevi ve Abbasi dönemlerinde de değişik kişi, fikir ve hareketlerle karşılaşılıyor ve bunların da çoğunlukla eski dinlerinden kopamayanlarca oluşturulduğu görülüyor.

Ebû Müslim’in ölümünden sonraki ihtilal hareketlerinin ilki, 755-756’te Nişapur’da ortaya çıkan Sindbad isyanıydı. Hareket geniş ölçüde eski Mazdekîlerin desteğini kazandı. Hareketin başı Sindbad da eski bir Mazdekî olup bir güvercin kılığına girerek göğe çıkan Ebû Müslim’in ruhunun, intikam için tekrar geleceği inancını yayıyordu. İsyan bastırıldı, Sindbad idam edildi.

Tasavvufun ortaya çıkışı ve yayılmasını da bu türlü fikir akımlarına bağlıyor yazar.

 “Yaklaşık Hicri 3. (Miladi 9.) yüzyılda İslam dünyasında (çok tabii olarak önce bugün Ortadoğu denen topraklarda) ortaya çıkan ve bizce yine Mevâli kesiminin siyasi iktidar çevrelerine ve egemen sınıfların kontrolündeki toplumsal düzene karşı “mistik bir protesto hareketi” olarak başlattığı tasavvuf cereyanı, daha ilk temsilcileriyle birlikte ulemadan ve siyasi otorite çevrelerinden zındıklık ve mülhidlik damgasını yedi. Sebebi kısaca ve basit olarak, geliştirdikleri tasavvuf nazariyeleri ve uyguladıkları mistik pratiklerdi.

Önemli birer siyaset, kültür ve ticaret merkezi olan Küfe, Basra, Bağdat gibi şehirlerde yaşayan, genellikle orta tabakadan esnaf kesimine mensup bu mutasavvıfların çoğunluğu, Bayezid-i Bistâmi (ö. yaklaşık 875), Cüneyd-i Bağdadî (ö. 910), Hallâc-ı Mansûr (ö. 922) gibi birkaç nesil önce ihtida etmiş gayri Arap, hatta genellikle Fars kökenli ailelerden geliyorlardı. Bunlar Hicri 1. yüzyılın zahitleri gibi olmayıp gerçek anlamda tasavvuf nazariyeleri geliştiren sûfilerdi. Bu nazariyeler, esas itibariyle eski mistik kültürlerin, özellikle de Irak mıntıkasında yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip Hind-İran mistik kültürünün ve kısmen Mısır ve Suriye’deki Hellenistik kültürün geniş etkisi altında geliştirilmişti. Münhasıran ve şuurlu olarak, kasıtlı bir hareketin değil, bu mutasavvıfların geldikleri çevrelere kültürel bağımlılıklarının icabı olarak kendiliğinden oluşmuştu. Mesela dedesi bir Zerdüştî olan Bayezid-i Bistâmî’nin fena fillâh nazariyesinin, Budist mistik nazariyesindeki Nirvana ile ilgisi hâlâ çok tartışılan bir konudur. Bunun gibi Şihâbeddîn-i Sühreverdi-i Maktül’ün (ö. 1196) işrak nazariyesinin de, eski Zerdüştîlik’teki ve Maniheizm’deki Işık (Nûr) kavramıyla ilgisi tartışılagelmiştir.”

Osmanlı devrinde zındık ve mülhid olarak adlandırılanları anlatmak üzere yola çıkan yazar çok geniş bir çerçeve çizerek Osmanlı’ya doğru yol alıyor. Yazara göre Osmanlı’nın ilk dönemlerinde yoğun bir Heterodoks İslam anlayışı var. Şeyhler, dervişler Osmanlı’nın kurulması için dayanak noktası teşkil ediyorlar.

“İşte, 14. yüzyıl başlarında Anadolu’nun kuzey-batısındaki Bizans ucunda, büyük çoğunluğu itibariyle konar-göçerlerden oluşan bir toplumsal yapıya dayanan bir “uç beyliği” olarak tarihte yerini almaya başlayan Osmanlı Devleti, bu iki paralel (ortodoks-heterodoks) İslam yorumunun vârisiydi. Hatta, halkın belli bir kesimi, daha ziyade heterodoks İslam’ı yaşamaktaydı. Bu vakıanın en belirgin göstergesi, Aşıkpaşazade, Oruç Beğ ve Neşri tarihleri gibi, erken Osmanlı kaynaklarında beyliğin kuruluş döneminin, Rum Abdalları yahut Abdâlân-ı Rûm tabir edilen, Ahmed-i Yesevî sûfılik geleneğinin temsilcileri olan dervişlerin menkabeleriyle iç içe tasvir olunmasıdır. Başta Osman Gazi olmak üzere, Orhan Gazi ve I. Murad gibi Osmanlı beylerinin etrafı, Şeyh Edebali, Geyikli Baba, Kumral Abdal (Kumral Baba), Abdal Musa, Abdal Murad, Abdal Mehmed ve Postînpûş Baba gibi şeyh ve dervişlerle çevriliydi.”

“Fuad Köprülü’nün bundan yıllar önce ortaya koyduğu ve bugünkü araştırmaların kuvvetle desteklediği üzere, bunlar, 1240 yılındaki Babaî İsyanı denilen büyük toplumsal patlamayı gerçekleştiren kadronun üçüncü kuşaktan temsilcileriydiler. Böylece, Anadolu Selçuklu Devleti’ne başkaldırarak onun zayıflamasına, dolayısıyla Moğol hâkimiyeti altına girmesine dolaylı olarak vesile yaratan bir kuşağın torunları, temsil ettikleri İslam anlayışıyla bir başka devletin kuruluşuna katkıda bulunuyorlardı.”

Fakat iş ciddiye bindikten sonra yani Osmanlı artık beylik kimliğinden çıkıp imparatorluk kimliğine doğru yol alırken rüzgar tersine dönüyor. Müsamaha noktasında dahi heterodoks İslam pratiklerine göz açtırılmıyor.

“İşte böylece imparatorluğa doğru gidiş sürecinin içindeki genç Osmanlı Devleti’nin ihtiyaçları, ancak iyi organize edilmiş, sağlamca kurumlaşmış bir bürokrasi tarafından karşılanabileceği için, bunu gerçekleştirebilecek tek kurum olan medreseye dayanması kaçınılmazdı. Bu kurumlaşmada ideolojik motivasyon konumundaki İslam ise, çok tabii olarak, buna gücü yetecek bir tarihsel tecrübesi bulunan Sünni (yahut kitabi) İslam’dı. Oysa Türkmen boylarının çoğunluğunun mensup olduğu, şifahi ve popüler mistik bir niteliğe sahip heterodoks İslam, kendini geliştirip kurumlaşma imkânını hiçbir zaman bulamamış ve bulamayacak olan bir İslam tarzıydı. Bununla beraber, kısmen kırsal kesim ve özellikle konar-göçer çevreler, sözü edilen bu geleneksel mistik halk İslamı’nı sımsıkı korumaya devam ettiler. Böylece yöneten ve yönetilen kesimi ortak bir tabanda birleştiren bu geleneksel halk İslamı, daha Orhan Gazi ve özellikle I. Murad, I. Bayezid zamanından başlayarak, yönetici sınıf başta olmak üzere yerini, önemli ölçüde medresenin güdümündeki kitabi İslam’a bırakmak zorundaydı ve öyle oldu.”

Zaten 1331 yılında Orhan Gazi tarafından İznik’te açılan ilk medreseyle birlikte Osmanlı siyasal iktidarını meşrulaştırma görevini yüklenmiş bulunan ulema, bu statüsüne Fatih Sultan Mehmed zamanında resmiyet çerçevesinde yerleşti. Sultan, rejimin temeli olan İslam’ın, imparatorluk genelindeki kurumlaşmış en üst makamı şeyhülislamlığı, Bizans’taki patriklik makamının statüsüne benzer bir biçimde örgütleyerek kendisine bağladı. Böylece o, yalnız siyasal otoriteyi değil, dini otoriteyi de kendi şahsında temsil ediyordu. Bu, fetva kurumunun ve ilmiye örgütünün başı sıfatıyla şeyhülislamı aracı kılarak Osmanlı İmparatorluğu’nda en alt kademesinden en üsttekine bütün kurumlarıyla İslam’ın, bizzat Osmanlı siyasi-idari sisteminin içine alınması, dolayısıyla merkezi yönetimin ve padişahın emrine verilmesi demek oluyordu. Bu suretle İslam’ın temsilcisi olan ulema, başkent kadısından taşradaki sıradan bir imama kadar, bir daha ayrılmamak üzere devlet kontrolüne alınıyordu. Bu yapılanma, o zamana kadar İslam dünyasında görülmemiş bir biçimde ulemanın devletin bir parçası haline gelmesiyle sonuçlandı. Artık ulemanın temel görevi, eskiden olduğu gibi bilgi üreterek bilime katkıda bulunmak değil, yalnızca, merkezi iktidarın iradesi doğrultusunda geleneksel İslami bilgilerin eğitim ve öğretimiyle meşgul olarak devlete bürokrat yetiştirmek ve daha esaslı olarak da, merkezinde sultanın bulunduğu siyasal iktidar mekanizmasının bütün fiil ve hareketlerini meşrulaştırmaktı.

Şeyh Bedreddin isyanı konusunda yazar bayağı derinlere inmiş. Şeyh Bedreddin’in Nazım Hikmet’in meşhur şiirinde ya da daha çok sol-sosyalist fikir sahiplerinin zihinlerinde yaşadığı gibi eşitlik-adalet yanlısı bir kişi olmaktan ziyade küskün bir ayaklanmacı olduğunu ifade ediyor. Yanında kazasker olduğu Musa Çelebi padişah olsa idi eğer, Bedreddin de isyan etmeyecekti. Eşitlikçi fikirlerin kaynağı da Bedreddin değil onun halifelerinden Börklüce Mustafa’dır. Bunu da Rum kaynaklarından okuyoruz.

“Bütün bunlara rağmen biz, Şeyh Bedreddin’in, hiçbir siyasal otoritenin hâkimiyetini tanımayan, herkesin başına buyruk yaşadığı “eşitlikçi, paylaşımcı” bir yeryüzü cenneti kurmayı planlayarak isyan ettiği, saltanat rejimine karşı olduğu ve onu yıkmayı planladığı için ayaklandığı tezinin de doğru olmadığı kanaatindeyiz. Nitekim aslında Marksist bir tarihçi olan E. Werner de böyle düşünmekte ve haklı olarak da, yalnızca Börklüce Mustafa’nın kafasında olan böyle bir ideolojinin Şeyh Bedreddin’de bulunmadığını söylemektedir. Nitekim bazılarınca Şeyh Bedreddin’e yakıştırılan ve o devir için çok ütopik bir düşünce olan saltanat rejimi karşıtlığı, bize anakronik bir yakıştırma olarak görünüyor; üstelik bunu kanıtlayacak tarihsel bir delil de yoktur.”

“Kısacası Şeyh Bedreddîn’in gerek Anadolu’da, gerekse daha sonra Rumeli’nde, başta Kalenderîler olmak üzere ilişkide bulunduğu bütün çevrelerin, Bogomilist ve Katharist bir Hıristiyanlık anlayışıyla oldukça kolay bağdaşabilecek, üstelik tıpkı bu iki mezhep gibi güçlü bir mehdicilik inancına oturan Hurûfîlik’le sımsıkı bağlantılı olduğunu, Şeyh Bedreddin hareketinin ideolojisinin bu eksen etrafında oluştuğunu farz edebiliriz. Nitekim inançları arasında özel mülkiyet kavramına karşı oluş ve paylaşımcılığın ve özellikle mesiyanizmin bulunduğu belirtilen sözü edilen mezheplerin, Şeyh Bedreddin’in öğretisinin temelini oluşturduğunu ileri sürenler vardır. Zaten Kalenderîler’in de Hurûfî inançlarıyla çok yakından ilgili bulundukları iyi bilinmektedir.”

Kitap tarihi manada ciddi ve bilimsel. Çok çeşitli kaynaklardan tarama yapılarak bir çerçeve çizilmiş. Yazarın alanına olan vukufiyeti her sayfada kendini belli ediyor.

Onun bu durumu biraz, bugünkü Emevi hasmı Anadolu Alevileri’nin, aslında, Anadolu’da Bizanslılar’la yaptığı savaşlarla efsaneleşen ve 740’larda Eskişehir yakınlarında bugün kendi adıyla anılan kasaba yakınında şehit edilip oraya gömülen hâlis Arap kökenli efsaneleşmiş bir Emevi komutanından başka biri olmayan Battal Gazi’yi takdis etmelerine benzer.

Şeyh Bedreddin isyanından ve neticelerinden sonra Osmanlı toplumunda benzeri isyan ve fikirler kapsamlı bir şekilde anlatılıyor. Molla Lütfi’nin idamından değişik tarikat şeylerinin idamlarına kadar Osmanlı’daki değişik fikirler, temsilcileri ve bu fikirlerinin neticesinde başlarına gelenler tafsilatıyla anlatılıyor. Melamilik, Halvetilik gibi tarikatler de uzun yıllar boyunca Osmanlı merkeziyetçiliğinin sıkı sıkı kontrol altında tuttuğu topluluklar. İleri gidenler idam ediliyor, göze batanlar sürgüne gönderiliyor, bir daha Bedreddin ya da Babai isyanları gibi isyanlarla karşılaşmamak için hiçbir tedbirden geri kalınmıyor.

Ahmet Yaşar Ocak’ı tebrik ediyorum bu güzel çalışması için. Tarih Vakfı Yayınlarından çıkmış bu güzel eser.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir