Ölüme Övgü

Kurtulamadık gitti bu denlü kepaze hayattan diyor şair. Kurtulamıyoruz gidiyor bu denlü kepaze hayattan.. Gidiyor. Biz bir yandan su misali kıvrım kıvrım akarken hayat yürüyen merdivenin çıkış kısmından inen bize pis pis sırıtarak el sallıyor. Kurtulamıyoruz. Elimize geçmiyor kurtulma fırsatları. Korkuların üzerine gidildiği bir dünya düzeninin içinde en büyük korkuyu ölmek üzerine kuruyor ve bu korkumuzla yüzleşmemek adına elimizden gelen hiç bir şeyi ardımıza koymadan kandırmacayı sürdürüyoruz. Silahlar yapıyor, tarlalarımız olunca etrafına çit çekiyoruz sonra da dikenli teller. Sonrası korkunun hakimiyeti altında sürdürdüğümüz yaşam. Evler inşa ediyoruz. Arşı delmek istercesine katlar çıkıyoruz. Dünyaya kazık çakacakmış gibi süsleyip beziyoruz korkumuzun kalelerini. Surlarımızın etrafına güller dikiyoruz. Gelip de bizi bulmasın diye korktuklarımız. Sonra da saçmalıklarımıza adlar koyuyoruz. Korkumuzu yenmek için attığımız her adımın üzerine bir adet etiket bırakıyoruz. Büyük kocaman evler yapıp bunun bizi soğuktan ve sıcaktan koruyacağı palavrasını savuruyoruz. Komik olduğumuzu görmeden, budalalık yaptığımızı fark etmeden. Sonra kalkıp bu korkuyu labirentlerin içinde kaybetmek için kendi kendimize standartlar uyduruyoruz. Bizim standartlarımız oluyor ki bizi mümkün mertebe ölümden uzak tutsun. Her ölenin ardından ağlıyor, biz ölmedik diye içimizden kıs kıs gülüyoruz. Şehirleri inşa ettiren korkudur.

Kötü şeyleri asla unutmuyoruz. Bize yapılan kötülüğü deveden daha kinci bir şekilde, kadim dünyamızdan daha da eskiymiş gibi kazıyoruz muhayyilemize. Hataları affetmiyoruz. Başımıza gelen her şeyden ders çıkarıp dert çıkarıyoruz kendimize. İyi olan şeyleri de ufacık bir hamleyle silkip atıyoruz kafamızdan ve de hayatımızdan. Güzel geçirdiğimizi bir günün tadını damağımızda uzun süre hissetmek dururken başımıza gelen minicik bir hadiseyi büyütüyor ve hayatımızı çekilmez hale getiriyoruz. Yaşamımızı ölmek korkusuyla kendimize zindan ediyoruz. Yaşamaya şükretmeyi bilmiyoruz. Hayatımızın bizim için bir mükâfat olduğu ve bu hayat içerisinde teneffüs ettiğimiz her hava zerresinin şükredilesi bir nimet olduğu gibi bir gerçek bizim için pek de mühim olmuyor çoğu zaman. Bunun yerine yaşamımızın son bulacağı meşum günün hesabını bilinçaltımıza yerleştiriyor, çeke çeke o gün daha gelmeden bugünden gözyaşları akıtıyoruz içimize. Sonra da hıncımızdan dünyamıza daha fazla sarılıyoruz. Hayatta olan her hemcinsimiz bize düşmanmış gibi geliyor. Ellerinde olan her şeyi başta hayatları olmak üzere çekemiyoruz. Biz hepsinden uzun yaşamalı, hepsinden fazla nimetten faydalanmalıyız da onlar sürüm sürüm sürünmeli.

Toprağın altı onlar için olmalı, biz toprağın üzerinde saltanatımızı ne kadar uzun sürdürebilirsek sürdürmeliyiz en müstesna kılıcımızla. Rekabetle. En güzel gömleği giyip dikkat çekerek ölümü korkutabileceğimizi sanıyoruz. En güzel binada oturursak ölüm bizden önce gecekondulara uğrayacak sanıyoruz. Korkumuz bize tuhaflıkları yaptırıyor, sonrasında da başka amaçlarla bu adımları attığımıza inandırıyor bizi. Korkularımız; başta ölüm korkusu olmak üzere hayatımıza sahip çıkıyor. En yüksek burca çekiyor bayrağını.

Kötü bir tabiatımız var, unutmuyoruz. Yine kötü bir tabiatımız var, kolay unutuyoruz. Ölüm korkusuyla yaşadığımız hayatta ölüm bizi bulmadıkça vahşi hayvanlar gibi şansımıza gülüyoruz. Çekirge gibi sıçraya sıçraya ilerliyoruz. Bir sıçrayış bir kahkaha, iki sıçrayış iki kahkaha. Kahkaha tufanına boğuyoruz günlerimizi. Sonra unutmadığımız ölümler bize kendi ölümümüzü unutturuyor. Kurtulamıyoruz gidiyor bu denlü kepaze hayattan.

31 Mayıs 2008 Net Haber yazım

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir