Nedenler ve Nasıllar

Tüm soruları bir araya topladığımda beni en çok rahatsız eden sorunun “neden” en çok mutlu eden sorunun da “nasıl” olduğunu keşfettim. Olayların gidişatını izleyerek geçirdiğimiz hayatlarımızda en fazla cevapsız soruya bu benim de hiç sevmediğim “neden” sorusu sebep oluyor. Bildiğiniz her olaya uygulayın bunu.

Soru: Su … kaynar. Noktalı yere nasıl koyduğunuz zaman moleküllerden atomlara kadar inerek birkaç şekilde suyun kaynayışını izah edebilirsiniz. İşin nedenine inmeye kalkarsanız kendinizi zincirleme bir reaksiyonun orta yerinde bulursunuz. Bir soruya cevap vermeniz bir sonraki soruyla yüz yüze gelmenize sebep olur ki bilmemek bilmekten daha hayırlıdır. Son noktada bu ateş topunu başınızdan atmaya uğraşmakla kendinden emin bir kibirle bilmediğiniz bir mevzu hakkında profesörmüş gibi ahkam kesmeye kadar geniş bir çerçevede saçmalamak zorunda kalırsınız. O yüzden nasıllara cevap vermek iyidir, nedenlerdense mümkün mertebe uzak durmak gerekir.

Nasıllar bilindik bir silsilenin neticesidir her zaman. Patrona Halil İsyanı nasıl oldu? Cevap olarak patrona gemisinin leventlerinin isyana kalkışmasından Nedim’in kaçmak isterken damdan düşerek acılar içinde ruhunu teslim edişine kadar çeşitli hadiseleri sayabilirsiniz. Sıralaması da aşağı yukarı aynı olur her sayışınızda. Nedenlerden bahsederken birbirini tetikleyen onlarca olayı saymanız gerekir. Bu olayların birbirleriyle alakalarını bilmeniz gerekir. Osmanlı’nın o günkü maddi durumunu iklim değişikliğinden tımar sisteminin bozuluşuna kadar her yönünü göz önünde bulundurarak aktarabilmeniz gerekir ki bunun mümkünlüğüne ihtimal vermiyorum. Nasıla cevap vermek ne kadar güzel değil mi?

İnsanları nasılcılar ve nedenciler diye ayırdığımız zaman da mutlu ve mutsuzlar olarak sınıflandırmış olabiliriz. Nasılcıların boş vakitleri yoktur. Bir kere mevzunun kendilerini yüzde yüz ilgilendirmesi gerekir. Sonra mevzunun gidişatıyla ilgili kronolojik bilgiyi alırlar ve tatmin olurlar. Hayatlarında yapmaları gereken diğer işleri vardır ve doğrudan bu diğer işlere dönüş yapabilirler. Nedencilerin vakitleri boldur ve mevzuyu bütün yönleri ile öğrenmek isterler. Öğren(eme)dikçe de mutsuzlukları katlanır, hayati işlevleri işleyemez olurlar. Neden, neden, neden diye kendilerine sorup durdukları için orada takılıp kalırlar. İddia ediyorum, dünyada nedenciler çoğunlukta olmuş olsaydı, insanlık zerre kadar inkişaf etmiş olmayacaktı bugüne kadar.

Neden sorusuyla nasıl sorusu arasındaki en büyük farklardan biri de –bana göre- insanı haddinin sınırlarında dolaştırmasıdır. İnsanın dünyadaki varlığı, bildiğiniz ve yaşadığınız ve de hissettiğiniz gibi hacimce ve ağırlıkça pek bir yer tutmuyor. Buna rağmen kainata hâkim olma arzusuna sahip olan bu varlığın içerisinde bulunduğu halin ayırdında olmayışının en güzel ispatlarından birisi de sık sık sorduğu o neden sorusudur. Şu neden (niye, niçin…) şöyle oldu, bu neden bu hale geldi, bu neden böyle oldu… Bu tür soruları sorup sorup komik duruma düşer de kendisi bile farkında olmaz. Hâlbuki insana düşen tüm bu oluşların nasıl olduğunu öğrenip ardından da aczini kabul etmektir. Allah dünyayı ve kâinatı bir tek kelimesiyle, “Kün” yani “Ol” diyerek oldurdu. İnsan ahmaklığı ve kibri sürekli “Neden Allah bizi yarattı” der ve büyüklenir. Nasıl diye sorsa bir tek “Ol” kelimesiyle cevap alıp acizliğine kendi kendine şahit olacak ama nedenlerin peşine takılmak bazılarına daha çekici geliyor maalesef.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir