Napolyon’un Pis Askerleri

Periyodik tablo çocukları böyle büyüdü. Napolyon’un pis askerlerinin neden dünya kadar sabun kullanmalarına rağmen bize yaranamamış olduklarının pek de üzerinde durmadık. Ya da Haydarpaşa Lisesinin namlı kimyacısı Rabia’nın neden Rabia Hoca olarak anılmadığını, namının cesedi fırlatmasından mı kaynaklandığını yoksa cesedi fırlatmadan önce de yürüyen bir namının olup olmadığını sorgulamadık enine uzununa. Hergele Neco neden arsız karsını kesmekle kalmadı bir de üstüne üstlük rendeledi demedik. Midemiz de bulanmadı. Sormaya alışkın değiliz biz işte. Sorduk mu başımıza iş açılır. Bunu öğrendik.

Aslında daha farklı şeyler var hayatımızın içerisinde. Yaşadığımız dünyaya kendi bencil gözlerimizle baktığımız zaman etrafımızda döndüğünü görüyoruz. Güneş her sabah bizim tepemize doğuyor ve bizi bırakarak kayboluyor dağların arasından. Bizim haricimizdeki canlıların da bu sürgitten etkilendiklerini inkâr etmiyoruz ama esas kabul ettiğimiz, güneşin bu mesleği bizim için yapıyor olduğu. Hâlbuki bizden sonra da aynı vazifeyi devam ettirecek, biz olmayacağız. Farkında değiliz.

Bir adam meziyet edinmeden geçirdiği bir hayatın neticesinde parasız ve aç kalabiliyor. Sonra işyerlerini dolaşıp ekmek talep ediyor. Kol gücünü kullanarak ekmeğini kazanabileceğini iddia ediyor. İşyeri sahipleri adamın durumunu görüp kendi kazanıyor olma hallerinin bedelini öder gibi adamın cebine utançla üç beş kuruş sıkıştırıyorlar. Bir şekilde onun yerinde olmamanın bedelini ödüyorlar. Bulundukları durumun ise kendi hakları olduğundan hiç şüphe duymuyorlar. Sorgulamaya başladığımız zaman daha farklı bir ana teması olduğunu göreceğiz yaşadığımız oyunun.

Tiyatro oyununda, acemi bir oyuncunun kekelediğini düşünün. Oyunculuğu zayıf olduğundan. Aynı şekilde bizim bu dünya hayatı oyunumuzu doğru düzgün oynamamıza engel olan bir problemimiz var. Buna bir çeşit rahatsızlık da diyebiliriz. Kabakulaktan AIDS’e kadar, kanserden kızamığa kadar her çeşit hastalıktan daha yaygın ve bulaşıcı ve diğer hastalıkların aksine her hastanın hasta hikâyesinin aynı olduğu, hiç değişmediği bir rahatsızlık. Biz buna kıymetbilmezlik hastalığı diyelim. Yaşadığımız hayatta, var olanlara kıymet vermeye vermeye oyunu berbat ediyoruz. İzleyicimiz için tatsız tuzsuz ve sıkıcı bir oyun haline geliyor oyunumuz. Kıymetini bilmediğimiz şeyler için sözlüğe bakabiliriz. A harfinden itibaren. Bir şeyin kıymetinin bilinmemesi için var olması yeterli. Sadece var diyoruz kıymetli bir şey için ve anında kıymetten düşüyor. Bir hayal kuruyorsunuz. Aşk gibi, heves gibi. Her ne olursa olsun. Bir varlık için hayal kuruyorsunuz. O sizin için o kadar kıymetli oluyor ki. Canınızı bile esirgemiyorsunuz elde edebilmek için. Aşkın tanımını yaparken böyle demişler. Aşk kavuşana kadar geçen süredir. En güzel aşk kavuşulmayan aşktır. Soruyoruz neden böyle diye? Çünkü kavuşulunca kıymetten düşecek de onda. Leyla Mecnun’a kavuşsaydı hikâye günümüze kadar gelmezdi. Diğer hikâyeler için de aynısı. Yüzlerce yıldır Romeo ve Juliet hikâyesini sahneye koyarlar. Yüzlerce yıldır Leyla’lar, Mecnun’lar havada uçuşur. Neden hep mutlu sonla biten Türk filmlerinden birini bile hatırlamazsınız. Çünkü kavuşmuşlardır. Sonrası yoktur. Kıymetten düşmüştür artık ele geçen nimet. Bir bilgisayar için ya da bir bisiklet için gecelerce hayal kuran bir çocuk isteği olduktan hemen sonra bir kenara atacaktır onu. Doğuştan gelir kıymetbilmezlik. İnsan asla elindekinin kıymetini bilmez.

Mutluluğun tanımını yapıyoruz. Mutluluğun bizdeki tanımı şükretmektir. Var olana kıymet vermektir. İnsanlara bakıyoruz ondan sonra. Herkeste bir sıkıntı, bir stres, bir bunalım. Neden diye soruyoruz kendi kendimize. Neden? Nedeni çok açık. Aşikâr bir şekilde şükürsüzüz. Kıymet bilmezlik mikrobu bedenlerimizi ele geçirmiş, nöbetlerle sarsıyor. Gece üzerimizi örten çatımıza şükretmeyi hiç düşünmedik. Sabah uyandığımızda bize günaydın diyen annemizin, babamızın, eşimizin, kardeşimizin aslında bizim için ne kadar önemli olduğunu hiç düşünmedik. Varlıkları o kadar sıradan ki bizler için. Zahmet etmedik şükretmeye. Kahvaltıda içtiğimiz çay için ve yediğimiz ekmek için hiç şükretmedik. Buğdayın hangi aşamalardan geçip de ekmek haline geldiği hakkında hiç bir fikrimiz yok. Bizden önceki kuşakların kahvaltıda çay içme lüksüne çoklukla sahip olmadığını ve çorba içtiklerini düşünmüyoruz. Çok basit şeyler bunlar çünkü.

Dünyanın bin yıl önceki hali ile bugün arasında ne kadar da çok fark var. Bin yılı garanti olsun diye söylüyoruz, üç yüz yıl geriye de gitsek farklılıkları görürüz. Mesafelerin uzak olduğu, kimya ilminin bu kadar ilerlemediği, enerji kaynaklarının sınırlı olduğu yıllar. Bugün artık hiç bir mesafe uzak değil bizler için. İnsanoğlu fosillerden enerji üretmenin yolunu buldu. Kömürle başladı, petrolle devam etti. Atomdan enerji üretiyor. Üzerinde yaşıyor olduğu dünyaya inanılmaz bir hızla karbondioksit gazı gönderiyor ve içerisinde yaşadığı atmosferi her geçen gün biraz daha eritiyor. Temiz hava bulabilmek için insanlar dağlara çıkmaya başlayacak. Şehirler yaşanmaz bir hale gelecek çok yakın bir gelecekte. İnsanın kıymetbilmezliği kendi sonunu hazırlıyor. Bin yıl önce yaşayan insanların çektikleri zorlukları ve bizim yaşadığımız kolaylıkları kıyasladığımız zaman keşke biz de zorluk çekseydik diyebiliyoruz. Kıymetini bilmiyor olduktan sonra ne anlamı var ki bunca rahatlığın.

Kıymetbilmezlik hayatın her aşamasında var. Nimete şükretmek diye bir konu asla mevzuubahis olmuyor. İnternet diye bir nimet var, daha kolay bilgi paylaşımı için. Fakat internetin hacminin büyük kısmı cinsel zevklerin tatminine yönelik materyallerle dolu. Bu kolaylığa şükretmek ve faydalı bilgileri paylaşmak gibi bir niyeti yok kimsenin. Bir bilimsel araştırma yapmayı deneyin sınırsız kaynak olarak bilinen internette. İnanın ki aradığınız bir şeye ulaşmanız çok zor olacak sizin için. Çünkü internete harcanan emeğin çok cüzi bir miktarını karşılıyor işe yarayacak bilgilerin bu platforma yüklenmesi. Kimse bizim merak ettiğimiz ve kendisinin de uzmanı olduğu bir konuyu buraya geçirmek için emek harcamıyor. Chat yapmak veya başka kalbe sıkıntı verecek konulara eğilmek çok daha kolay geliyor. Enerji kaynaklarının bu kadar çeşitlenmiş olması ne kadar da şükredilesi bir durumdur. Arabanıza binip kontağı çalıştırıyorsunuz. Klimanız içeriyi sıcacık ya da buz gibi yapıyor mevsime göre. Bunun ne kadar kıymetli olduğu hakkında hiç bir fikriniz var mı? Bugüne gelene kadar geçirilen aşamaları, at arabalarını, eski otomobilleri düşünüyor musunuz? Toplu taşıma araçları sizi alıp bir yerden bir yere minik bir ücret karşılığı taşıyor. Yüz yıl önce yaşasaydınız bir at arabasına otostop çekmek zorunda kalacaktınız. Ya da bir katırın sırtında tepecektiniz 30–40 kilometrelik bir mesafeyi. Ya da yürüyecektiniz. Geldiğiniz yerde bunları düşünmeye vaktiniz yok. Arabanıza binin, kontağı çalıştırın.

Sağ sol ayrımının olmadığı ayakkabıların dünyasından markasız ayakkabının kıymet görmediği bir dünyaya geldiğiniz. Ayakkabınızın bilinen bir markası yoksa üzülüyorsunuz. Yamalı elbiselerle gezilen, kumaşın az bulunduğu bir dünyadan, kumaşın ne olduğunun pek bilinmediği, hazır kıyafetlerin dünyasına geldiniz. Buraya bile gelmediniz. Bu hazır kıyafetlerin üzerine marka koydular yine. Marka olmadığı zaman kıyafetiniz bin tane bahane buluyorsunuz şükretmemek için. Ucuz etin yahnisi olmazmış da markalı kıyafetin kalitesi daha iyiymiş de. Önce şükredeyim de sonra eleştireyim dediğiniz oldu mu hiç? Hayatınızı maddi detaylar oluşturuyor. Ona da şükretmiyorsunuz. Elinize geçtiği dakikada arzuladığınız şey kıymetten düşüyor. Nasıl bir hayat yaşıyorsunuz ve nasıl mutlu olmayı düşünüyorsunuz?

İnsanlarda çok genel bir mutsuzluk var. Herkes durumundan şikâyetçi. Yaşadığımız ülkede bizim şahit olduğumuz son otuz sene sürekli buhran ve krizlerle gitti. Bu memleketin hali ne olacak çığlıkları her gün her yerden yükseliyor. Biz memleketimizi seviyoruz. Burada doğmuş büyümüş olduğumuz için şükrediyoruz. Doğduğumuz günden itibaren hiç hakkımız olmadan bize verilen binlerce nimetin her birisi için ayrı ayrı şükrediyoruz. Eksik de yapsak, samimi olmasak da şükrediyoruz. Kalbimizde var olan duyguların hepsi için de ayrıca maddi teferruattan bağımsız olarak şükrediyoruz. Sevdiklerimizin yanında sevgiyi yudumlarken bunun bir nimet olduğunun ayırdında olmaya çaba gösteriyoruz.

Kaybettikten sonra kıymeti anlaşılan nimetlerin arkasından gözyaşı dökmek istemiyoruz. Kıymetbilmezlik hastalığının damarlarımızdan bir an önce atılmasını istiyoruz. Herkese böyle tavsiye ediyoruz. Nimet eldeyken şükretmek lazım. Kaybettikten sonra arkasından ağlamanın anlamı yok.

17 Mayıs 2008 Net Haber yazım

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir