Mutluluk

Mutluluk kavramını çok basit kısıtların arasında hapseden insanoğlu en büyük haksızlığı yapıyor kendine. Mutluluğu aramak için geçiriyorken ömrünü; ayağının ucuna gelen mutlulukları tepmekten geri kalmadan. Ufukları saadet için tararken burnunun ucunu göremiyor. Nimetlerin farkına varmadan tüketiyor hayatını. Parayla, pulla, malla gelecek saadet için ömürleri tüketiyor, parayı, pulu, malı bulduğu zamansa geçirmiş olduğu zamanın sıkıntılarına yanıyor.
Her insan özünde doğrudur. Dosdoğru olarak doğar insan. Beşiğinde yatarken melekler kadar saf ve temizdir. Eğer bir insan doğumundan itibaren dış dünyanın etkisi altında kalmadan yaşamayı becerebilse idi yine melek gibi sürdürecekti hayatını ve melekler kadar temiz ve belki de daha temiz olarak terk edecekti bu oyunu. Fakat doğduğu günden itibaren dış dünyanın etkisine maruz kalarak devam ettiriyor hayatını. Dış dünyadaki insanlar, ailesi, çevresi, toplum ve bunların getirdiği her şey. Tabi ki en temelde bu etkenleri etkileyen şeytan. İnsanı dünyanın güzellikleri ile kandıran şeytanın kandırdığı insanlar, bu insanların etkisiyle kandırılarak onlara katılan saf ve temiz bebek. Sonrasında sürüp giden ve belki sonsuza kadar sürecek olan silsile. Melek gibi doğ, kandırılmış insanlar tarafından kandırıl, sonra meçhulle baş başa kal.
Hayat dediğimiz serüven özünde madde ve mana arasında sürüp giden bir savaştan başka bir şey değildir. Yerkürede alınmış olan ilk nefesten itibaren başlamıştır bu savaş. Yerkürede alınacak son nefese kadar da sürecektir. Madde ile mananın arasındaki savaş sonsuz ile sonlu arasındaki saçma sapan bir savaştır aslında. İnsan özündeki doğruluğa sorduğu zaman bu sorunun cevabını net bir şekilde alabilir aslında. Biz buna insanın vicdanı diyoruz. İnsan vicdanına sorduğu zaman sonsuzun yanında sonlunun lafının bile edilemeyeceğini, mananın yanında maddenin yerinin bile olmayacağını, varlığın aslında yokluğa açılan bir kapı olduğunu, var olmak için yok olmanın gerektiğini öğrenebilir. Basit varlığının sonsuz âlemin karşısında ne kadar küçük olduğunu duyumsadıktan sonra var olmaya başlar insan zira. Kendini büyük görmeyi bıraktıktan sonra asıl büyüklüğü yaşamaya başlar, kapısından geçer. Fakat insanın hayat serüveni sırasında çevresel faktörler neticesinde içinde büyüttüğü, palazlandırdığı şeytan der ki ona: Bu dünya sonlu bir yer değil, alıp verdiğin bu nefes gerçektir ve sen bu gerçekle sonsuza kadar yaşayacaksın. Özündeki doğruyu çoktan kaybetmiş olan insan bu yalana kulak verir. Gözlerinin önünden her gün geçen ölüm gerçeğini görmezden gelmeye başlar. Bir ölümün var olduğunu bilir fakat kendi başına geleceğine ihtimal vermez. Varlığının sebebini kendine fısıldayan vicdanına kulak tıkar, varlığını sonsuza taşıyacak gerçeklerden uzaklaşır. Bir yokluk kapısından geçmeye programlar zihnini. Davranışı uçurumdan atlamakla özdeştir, ama bu gerçeği uydurma gerçeklerle değiştirir. Dünyadaki hayatını güzelleştirmek uğruna verir emeğini.


İnsan, mutluluğu yitip gidecek değerlerde arar. Vücudun bir anlık rahatlaması için verilen emek yıkılmak üzere olan bir binanın duvarlarını pahalı tablolarla süslemek gibidir. Yıkılıp gidecek olan varlığını rahatlatmak için maddi mutluluklar peşinde koşar insan. Çevresinde gördükleri vicdanının sesini bastırır. Etrafındaki kandırılmışların maddi rahatlıklarını görür, aynısından talep eder. Modern dünyanın getirdiği madeni hazların değişik vasıtalarla, reklamlarla, televizyonla, internetle ve sair araçlarla gözünün içine sokulması vicdanını rahatsız edecek yerde nefsini alevlendirir. Ben de istiyorum bunlardan der ve hiç düşünmeden atar kendisini uçurumdan aşağıya. Bir anlık mutluluk için, birkaç yıllık refah için vazgeçer sonsuzundan. Rahat evler, rahat arabalar, rahat imkânlar uğruna önce o geçmişinde bıraktığı melek gibi çocuğu öldürür, sonra vicdanının sesini susturarak boğar onu ve ardından sonlu mutluluğun madeni tınıları uğruna vazgeçer sonsuzun manevi saadetinden.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir