Mezbaha No: 5 [Kurt Vonnegut]

Vonnegut Evreninden bir kitap: Mezbaha No:5.

Kurt Vonnegut’un en sevdiğim yönlerinden birisi bu “Evren”i. Her kitap bir şekilde bir diğeri ile bağlantılı. Bir kitabın kahramanı bir diğerinde şöyle bir selam çakıp çıkabiliyor. Tabiat üstü bir hadise bir bakıyorsunuz bir diğer romanda bir gazete haberinde dahi olsa kendisine yer bulmuş. Kitabın ana metninden kopmadan diğer kahramanlara selam çakmak eğlenceli. Bir de yazarın her romana denetçi olarak mı desem ajan olarak mı desem gönderdiği yazar Kilgore Trout var. Gözlük kullanmıyor olsa, Vonnegut’un ta kendisi derdim ama yazarın gözlüklü olduğunu biliyorum. En azından yaşlılık resimlerinden bir kaçında gözlük kullanıyor. “Back to school” filminin bir sahnesinde kendisi rolünde görmüştüm. Gözlüklü müydü ki? Yoksa…

Gelelim Dresden bombardımanına. Mezbaha No:5’in esas konusu Dresden bombardımanı. Dresden, Almanya’nın doğusunda, sanat merkezi olarak bilinen bir şehir. İkinci dünya savaşı boyunca tek bir saldırı dahi görmeyen bu şehir savaşın son günlerinde İngiltere ve ABD’nin saldırısına uğruyor. Japonya’ya atılan atom bombalarının Almanya versiyonu da diyebiliriz. Buraya atom bombası atılmıyor fakat şehir baştan aşağıya yıkılıyor ve rivayete göre Japonya’da ölenlerden daha fazlası ölüyor Dresden’de. Sivil halka yönelik her türlü saldırı namussuzluktur, alçaklıktır. Karşılaştırma yapmak olmaz. Dresden bombardımanının yazarımız Kurt Vonnegut’u ilgilendiren taraflarından birincisi bu kadar büyük çaplı bir katliamın fazla bilinmiyor olması; ikincisi ise bu bondardıman sırasında yazarımızın Dresden’de esir olarak bulunuyor olması.

“Yirmi üç yıl önce İkinci Dünya Savaşından döndüğümde Dresden’in yıkılışını anlatmamın kolay olacağını düşünüyordum, bütün yapmam gereken, gördüklerimi aktarmaktan ibaret kalacağına göre.”

Birazcık empati yapan herkes anlayacaktır. Böylesi büyük bir bombardımanı yaşamış olmak ve buradan sağ kurtulmuş olmak bir insanın hayatındaki en önemli travma ve şanstır. Hayatı boyunca unutamayacağı bu deneyimi yazıya aktarmak ise yine yazarın düşünce dünyasını uzun yıllar süslemiş. Kitabın uzunca bir giriş kısmı var ve burada Vonnegut, bu projenin nasıl da uzun yıllar boyunca masasında beklediğini anlatıyor. Ardından da Billy Pilgrim’in hikayesi başlıyor.

Billy Pilgrim, 1922 yılında, ki bu yıl aynı zamanda Kurt Vonnegut’un da doğum tarihidir, Kurt Vonnegut evreninin uydurma kasabalarından Ilium’da dünyaya gelir. Savaşta da aynı yazarımız gibi askere alınır. Pilgrim, yaşadığı sinir krizlerinden sonra aldığı tedavilerden midir yoksa nirvanaya ulaştığından mıdır bilinmez, zaman içerisinde dolaşabilme yeteneğine sahiptir. Olup bitenleri asla değiştiremez fakat zamanın sonsuz durgunluğu içerisinde bir anda geçmişe ve geleceğe giderek aynı şeyleri tekrar ve tekrar yaşayabilir. Kendisine sorarsanız bunu kendisini kaçırarak bir süre misafir eden uzaylı bir halk olan Tralfamadorelılar öğretmiştir.

“Çok daha sonra Tralfamadore’liler Billy’ye hayatının mutlu anlarını düşünmesini ve tatsız dönemleri önemsememesini öğütleyeceklerdi ya da sonsuzluk uzayıp gideceğe benzediğinde bakışını hoş durumlara dikmesini!”

Pilgrim, okula gider, savaşa katılır, Dresden bombalanır, savaştan döner, evlenir, çocukları olur… Kilgore Trout ile de hemşehri aynı zamanda. Hayat bu. Sürekli bu hayatın içerisinde döner durur ve aynı şeyleri yeniden ve yeniden yaşar.

“Zaman içinde yolculuk eden sonunda merdivenin başına herkesten önce, sırtında o çağın giysileriyle varıyor, stetoskopu görmemeleri için İsa’nın çok yakınına eğiliyor, dinliyordu. Bir deri bir kemik kalmış göğüste ses yoktu. Tanrı’nın oğlu bal gibi ölmüştü. Hayat bu!”

200 sayfaya yaklaşan bu küçük romanda Kurt Vonnegut esprili bir dille dahi olsa savaşın acılarını ve anlamsızlığını hissettiriyor okuyucuya. Algan Sezgintüredi’nin çevirisiyle April yayıncılık tarafından dilimize kazandırılmış bu eser için teşekkürler Vonnegut. Adın sonsuza kadar yaşasın.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir