Martı Jonathan Livingston [Richard Bach]

Bir martı için fazla tumturaklı bir isme sahip Jonathan. Martı sürülerinin arasında yaşıyor. Martılar için hayatın anlamı hep aynı. Çalış, didin, para kazan… Pardon, para kazanmaya ihtiyaçları yok martıların. Balık artıkları ve çöp bul, yaşamını sürdür. Bütün martıların hayat felsefesi aynı. Fakat bizim Jonathan’a matematik ağır geliyor. KPSS ve sair sınavlara da giresi yok. Onun için bunlar hayatın merkezine oturtulmayacak kadar önemsiz şeyler. Bir martı hayatını sevdiği şeyle geçirebilmeli. Yemek dediğin şey illa ki bulunur bir şekilde.

“…bir gün Martı Jonathan Livingston, sorumsuzluğun zararını anlayacaksın. Yaşamın sırlarına erilemez. Yegâne bilinen, bu dünyada yemek ve olabildiğince çok yaşamak için geldiğimizdir.”

Jonathan uçmayı seviyor. Diğer martıların yapamayacakları süratlere çıkmayı, denize dalış yapmayı, suyun üzerinden uçmayı, hâsılı uçma ile ilgili her şeyi seviyor. Fakat kör olası mahalle baskısı onu kendi haline bırakmıyor. Etrafına kötü örnek olduğu için onu sürüden kovalıyorlar. O da çaresiz boynunu büküp gidiyor.

“Yaşamın anlamını, daha yüce bir amacını bulan ve ona ulaşmaya çabalayan bir martıdan daha sorumlu biri olabilir mi? Binlerce yıldır balık kafaları kovalayıp durduk, ama şimdi bir yaşama nedenimiz var- öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak! Bana bir şans tanıyın, size buluşlarımı gösterme fırsatı verin…”

Bu martılar da ne kadar anlayışsız varlıklar. Hem sabit fikirliler hem de yeniliğe kapalılar. Bu martılar ne kadar da akılsız canlılar. Jonathan’ı sırf alışageldik düzenin dışında diye, sırf yenilik istiyor diye, sırf kendilerine benzemiyor diye kovalıyorlar. Diğer martılar gibi çöplenmiyor, diğerleri gibi kendini mecburiyetlerin prangasına esir etmiyor. İş güç sahibi olmak, evlenip yuva kurmak, toplumda bir statü sahibi olmak gibi bir derdi yok. Tıpkı Mihail ve Adrian gibi. Sadece sevdiği şeyleri yapmak istiyor.

Jonathan sevdiği şeyleri yapıyor yalnızlığında. Bir martının hayal edemeyeceği süratlere ulaşıyor. Denize dalış yapıp en güzel balıkları yiyor. Karaların içlerine yolculuklar yapıyor. Yalnızlıktan sıkıldığı anda da kendisi gibi çirkin martı yavrularından oluşan minik bir sürüye rast geliyor. Onu aralarına alıp eğitiyorlar. Bir çeşit Budist okuluna benziyor eğitim. Başlarında Nirvana’ya ulaşmış ihtiyar bir martı var. Martı arkadaşlar var. Zamanı ve mekânı ortadan kaldırmak var.

“Karın doyurmanın, didişmenin, sürü içinde iktidar hırsının ötesinde değerler olduğunun bilincine varmak için kaç yaşamdan geçtik dersin? Binlerce Jon, on binlerce! Sonra da yetkinlik denen şeyin varlığını öğrenmek için yüz yaşam ve ona ulaşmak için bir yüz yaşam daha. Şimdi aynı kural bizim için de yine geçerli elbette: Gelecekteki dünyamızı burada öğrendiklerimizle kurarız. Bir şey öğrenmedik mi geleceğimiz şimdikinin eşi olur. Hep aynı sınırlamalar, üstesinden gelmemiz gereken kurşun gibi ağır bir tekdüzelik… hep aynısı”

Nihayetinde Jon kardeş hayatın anlamını kavrıyor, düşünerek ulaştığı yüce makamların yardımı ile. Hayatın anlamını sevgide buluyor ve bu sevgiyi paylaşabildiği kadar çok martı ile paylaşarak, onları prangalarından kurtararak hayatının amacına ulaşacağını anlıyor ve yola çıkıyor.
Richard Bach adlı yazarın 96 sayfalık bol fotoğraflı bu kitabını Feride Çiçekoğlu çevirmiş, Arkadaş Yayınevi de basmış. Kitabı okuyanlar bir Küçük Prens tadında olduğunu iddia ediyorlarsa da ben hemfikir olamıyorum zira Küçük Prens gibi bir başyapıtla kıyaslanabilmesi için bir kitabın gerçekten de mükemmel olması gerekiyor. O kadar mükemmel olmasa da Martı Jon kardeşi tanıdığıma sevinmediğimi söyleyemem.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir