LÂ-UHİBBÜ’L-ÂFİLÎN

Hazreti İbrahim yıldızlara baktıktan sonra “Lâ-uhibbü’l-âfilîn” dedi. “Ben kaybolup gidenleri sevmem”. Bu cümle ile safiyane bir şekilde kalbinden geçenleri ifade ettiği gibi safiyane bir şekilde düşünenlerin hayata nasıl bakmaları ve bu bakışlarını nasıl ifade etmeleri gerektiğini de göstermiş oldu. Ben kaybolup gidenleri sevmem derken henüz birkaç saat önce Rabbi olarak tasavvur etmiş olduğu yıldızlara isyan bayrağını açmıştı ani bir şekilde. Kafasına yatıramamıştı, mantığına sığdıramamıştı ve eyvallah etmiyordu. Bu yıldızlar belki ileride bir işimi görür tarzı bir içten pazarlığı, bu reddiyeme karşı bana kin güderler tarzı bir korkusu yoktu. En saf, en temiz bir şekilde onları reddediyor ve kalbinden çıkarıyordu. Sevmem diyerek geriye dönüşünün olmadığını ifade ediyordu. Delikanlıca, cesurca ve yiğitçe. Milattan binlerce yıl öncenin dünyasında yıldızlara bakıp sizi sevmiyorum, sizi tanımıyorum, sizden korkmuyorum demek az bir şey değildi sevgili okuyucu. Sen bugün korunaklı bir binanın içinde, korunaklı bir odada televizyon izlerken elektrikler kesilse yerinden sıçrıyorsun. Binlerce yıl öncenin dünyası için yıldızlar senin dünyanın google’ından ya da Amerikan haber alma teşkilatlarından daha fazla şey ifade ediyordu.

Delikanlı insanlara oldum olası saygı gösteririm. Mezhep, meşrep ayırt etmem üstelik. Hangi dinden, hangi milletten, hangi düşünceden olursa olsun delikanlı delikanlıdır, kaypaksa kaypak. Ben de Hazreti İbrahim’in dediği gibi kaybolup gidenleri sevmiyorum ve bununla da kalmıyorum. Kaybolup gidenlerle birlikte değişenleri de sevmiyorum. Rüzgarın esiş yönüne göre yön tayin edip bir gün o cephede bir gün bu cephede olanları sevmiyorum. Menfaati neredeyse oraya yaklaşanları sevmiyorum. Üç kuruşluk çıkarı uğruna kendini zelil, rezil edenleri sevmiyorum. Paraya tapıp dünyanın başkaca bir türlü anlamı olduğunu keşfetmek için kılını bile kıpırdatmayanları sevmiyorum. Nefsine tapıp başkalarını kendinden aşağıda gören insanlar var ya, her birini ayrı ayrı sevmiyorum. Bir makamın koltuğunun üzerinde kendini bir şey zannedip, o koltuğun gölgesinden sıyrılınca sudan çıkmış balık gibi olacak, -koltuksuz bir hiç olacak- tipleri sevmiyorum. Yeryüzünde böbürlenerek yürüyen, insanlardan yüz çevirmiş kimseleri sevmiyorum. Gösteriş uğruna her boyaya boyanıp da kimsenin duymayacağı durumlarda iyilik yapmaktan kaçınanları sevmiyorum. Göz göre göre yalan söyleyip, karşıdakini, yalanını anlamayacak kadar salak zannedenleri sevmiyorum. Utanma duygusu kalmamışları, ar damarı çatlamışları, hicap ne demek bilmeyenleri sevmiyorum. Hayret duygusunu yitirmişleri, Yaradan’ın sanatına saygı ile bakacağına alışkanlıkla bakanları sevmiyorum. Söz verip sözünde durmayanları, laf konuşup konuştuğu gibi davranmayanları, olduğu gibi görünmeyip göründüğü gibi olmayanları sevmiyorum. Fikr-i sabit batağına saplananı, gözünü dünyanın her türlü gerçeğine kapatanı, kendi düşüncesini başkalarına empoze etmeye uğraşanı sevmiyorum. Nasihat edip de söylediğinin tam tersini yapanları sevmiyorum. Müfteriyi, müştekiyi, müşriki, mülhidi, münkiri, müptelayı, müraiyi, müzeviri sevmiyorum.

Hazreti İbrahim sevmediklerini bir bir hayatından çıkararak sevginin gerçek kaynağını buldu. Alemlerin Rabbini tanıdıktan sonra, ateşe atılırken bile gözlerini kırpmadı. Kalbini sağlam tutmak, sevmediklerini net bir şekilde ifade edip sevdiğine canı bahasına bağlanmak gerekiyormuş demek ki. Allah bizleri de kalbi sağlam olanlardan, kimseye eyvallah etmeyenlerden, hakkı savunurken miş’li muş’lu, acaba’lı düşüncelerden uzak duran; riyadan, kibirden, nefis ve şeytandan uzak duran kimselerden eylesin.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir