Kürk Mantolu Madonna [Sabahattin Ali]

Bazı kitaplar düşüncenizin orta yerine oturur bir anda. Okurken sizi esir alır, kavrar. Ara verdiğiniz zamanlarda dahi kitabın kahramanları hep aklınızdadır. Bir anda kitabın içine girersiniz ve olayların geçtiği mekânlarda yaşamaya başlarsınız. Bazen hüzne bular insanı böyle kitaplar. Kalbinizden bir damla kan süzülür düşer sayfaların ortasına. Sayfalardan süzülen bir damla hüzün gelir çarpar, savurur sizi. Kürk Mantolu Madonna’nın yaptığı gibi.

Kitap Sabahattin Ali’nin. Yazarın daha önce hikâyelerini okumuştum. Bu kitap da uzunca bir hikâyeye benziyor zaten. Yusuf Boğuldu adlı hikâyesi ve Kuyucaklı Yusuf aklımda kalan diğer etkileyici eserleri. 164 sayfalık bu eserin elimdeki baskısını Yapı Kredi Yayınları yapmış. İlk baskısının tarihi 1943. Cumhuriyet dönemi yazarlarının arasından kendine özgü üslubu ile sıyrılıyor Sabahattin Ali. Eserleri adeta insanın kalbini hedef alıyor gibi. Tutup yakalıyor, bırakmıyor.

Kürk Mantolu Madonna insanı önce en olmayacak, en kurtuluşu mümkünsüz yerinden yakalıyor. Yalnızlığından. Genç bir insanın işinden atılması, parasız kalıp iş arama mücadelesi, tutunacak bir dalının olmayışı yalnızlık kavramını tafsilatıyla yerleştiriyor okuyucunun zihnine. Sonrasında zar zor bulduğu işindeki işyerinde tanıştığı kendinden beter yalnız ve tuhaf tabiatlı Raif Efendi’nin davranışlarıyla pekiştiriyor bu duyguyu. Sonra yavaş yavaş Raif Efendi’nin hayat hikâyesine giriyor. Raif Efendi de bir yönüyle insanlardan hep uzak kalmış başka bir insan. Tesadüf eseri tanıştığı Kürk Mantolu Madonna tablosunda kendini resmetmiş olan Maria’da öyle.

Esasında bu üç karakter de sanki yazarın ta kendisiymiş gibi geliyor okurken. Yeryüzünde amaçsızca dolaşan, sadece etrafındaki dünyanın gerektirdiklerini duygusuzca yapan ve kendi iç dünyasında bambaşka olayları yaşayan insanlar. O kadar karışık ve belki de o kadar basit ki bu iç dünya, başka kimsenin kendilerini anlayabileceğine ihtimal vermiyorlar. Böyle biriyle karşılaştıklarındaysa inanılmaz bir durum oluyor onlar için. Birbirlerini keşfediyorlar ve fakat sonrasında yine kocaman yalnızlıkları ile baş başa kalıyorlar. Bir Aylak Adam, bir Turgut Özben, bir Selim Işık gibi adeta. Hikâye kısaca bundan ibaret.

Kitaptan aldığım ilgi çekici birkaç satır da şöyle:

“Bir kadın, tren penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Göz mü mühim, kömür parçası mı? Asıl hayat teferruattan ibarettir. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyor.

“Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.”

“İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı. Bir de ben bu halimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karışık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insani hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir! Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahlûku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?”

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir