Kurban ve Demokrasi

Bayram münasebeti ile yolum hayvan pazarına düştü arife günü. Pazar ana baba günüydü. İnsanlar ertesi gün kurban etmek için en güzel kurbanlığı tabi ki keselerine uygun fiyatla alabilmek için pazarı alt üst ediyordu. Alıcılar ve satıcılar arasında kıran kırana bir pazarlık. Koyunlarsa başlarına geleceklerden habersiz yemleniyorlardı. Bir ara koyunların halleri dikkatimi çekti. İnsan ve hayvan kalabalığının bu kadar yoğun olduğu yerde tam tabiriyle kuzu kuzu bekliyorlardı. Ortalığı birbirine katmıyor, başka tarafları merak edip gitmiyor, bulundukları yerden katiyetle ayrılmıyorlardı. Hatta zorla ayrılıyorlardı arkadaşlarının arasından satılanlar. Yanımdaki bir arkadaşa sordum, neden bu hayvanlar bu kadar sakin diye. Başka bir hayvan olsa idi bağlamadan zapt etmek mümkün olmazdı. Arkadaşım gülerek cevapladı komik sorumu. “Koyun işte, adı üzerinde”. Ben de güldüm saflığıma. Elbette koyundan beklenen de bu. Koyun gibi beklemek.

İnsanımızın alışkanlıklarını sık sık eleştirirken hata yaptığımı düşündüm bu koyunları izlerken. Ellerinden gelen bir şey yok. İçgüdüleri onları ne yöne yönlendirirse o tarafa yöneliyorlar. Aynı insanlar gibi. Biz de yaşadığımız hayatı ön kabullenmelere, şartlanmalara, kalıplara göre yaşamıyor muyuz zaten? Koyundan farkımız pek az. Doğduğumuz günden itibaren bize öğretilen şeylerle hayatımızı sürdürüyoruz. Bize öğretilenlerin dışındaki mevzulardan ise özellikle kaçınıyoruz. Geleneğin kölesi olmuş durumdayız ki bu kölelikte bizim bir kabahatimiz yok. Yüzyıllardır biriken ortak akıl bize birikmişin dışına çıkmamayı öğütlüyor. Birikimin dışına çıkanlara değişik tarifeler uyguluyor. Bazısını anarşist diye damgalıyor, bazısı kâfir oluyor, bazısı deli.

Bizim demokrasi kültürümüz ortak aklın ürünü değil. Geleneklerimizde yeri yok. Yakın tarihe baktığımız zaman her ulusun bir şekilde demokrasiyi edinmek için çaba gösterdiğini görüyoruz. Fransızların yaptığı ihtilal örneğin. Demokrasi için kuruluyor giyotinler, oluk gibi kan demokrasi için akıyor. Örnekler sadece Fransa ile sınırlı değil. Demokrasilerini kazanmış her milleti ayrı ayrı incelediğimiz zaman, bu uğurda azimli bir mücadele verdiklerini görüyoruz. Emek olmadan yemek olmuyor yani. Bu uluslar bu mücadeleleri verirken biz “Padişahım Çok Yaşa” diyerek başımızdaki padişahın idare edilme hakkımızı daha uzun kullanması için samimi dualar ediyorduk. İdare edilme hakkımızı padişahın elinden kendi elimize almayı aklımızın ucundan bile geçirmiyor, hasbelkader şeytan böyle bir fikri aklımıza sokarsa “Haşa” deyip tövbe üzerine tövbe sıralıyorduk. Neticede bu kadar bağlı olduğumuz padişah başımızdan alınınca ve kendimizi yönetme hakkı kendimize verilince de derin bir şoka uğradık. Bu hakkı biz savaşarak, çaba göstererek almamıştık çünkü. Hayal etmeyi bile günah bulduğumuz bu hak bize verilmişti.

Zorla güzellik olmadığı gibi zorla demokrasi de olmuyor. Genlerimize yerleşmiş olan yönetilme ihtiyacı cumhuriyetin üzerinden 85 yıl geçse dahi kaybolmuyor. Nazım Hikmet’in 1947’de yazmış olduğu şu şiir ne kadar da manidar.

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.

Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.

Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir