Körleşme [Elias Canetti]

Elias Canetti’nin eseri dünyasız bir kafada başlıyor. Sevgili dostumuz Kien -ki bana kalırsa Don Kişot’un bir değişik versiyonudur- dünyası olmayan muhteşem bir belleğe sahiptir ki gerçek dünya ile uzaktan ya da yakından zerre miskal alakası yok.

“Ama yıkılmaz bir belleği vardı ve yeni kitaplığın tümünü kafasında taşıyabilirdi. Çantası boş kaldı.”

“Aslında küçük erkek çocukları, değerli bir özel kitaplıkta büyümeliydiler. Salt ciddi kişilerle ilişkilerin yer alacağı bir günlük yaşamı loş, sessiz, aklın egemenliğinde bir atmosfer, gerek zamanı, gerek mekânı en dikkatli biçimde düzenlemeyi öğretecek sürekli bir eğitim -bu nazik yaratıkların çocukluk yıllarını atlatabilmeleri için, böylesi bir ortamdan daha değerli bir yardımcı düşünebilir miydi?”

Gün gelir gerçek dünyadan bir insanla karşılaşır.

“Fiyatlar gün geçtikçe yükseliyor. Patatesler şimdiden öncekinin iki katına ulaştı.”

Roman 30’lu yılların Almanya’sının, Hitler Almanya’sının ürünü. Gerçek dünyadan insan Faşizmi temsil ediyor.

“Ne kadar büyük bir adaletsizlik diye düşündü. Ağzımı istediğim zaman ve istediğim sıklıkta kapayabiliyorum. Oysa bu denli iyi korunmuş olan bu organın görevi nedir? Yalnızca besinlerin vücuda girmesine yardım etmek. Buna karşılık kulaklar, her türlü saldırıya açık.”

Dünyasız kafa dünya ile ilişkiye girdikçe şoktan şoka giriyor.

“Gelecek; kendini nasıl atabilirdi acaba geleceğe? Şimdiki zaman, geçip gitmesine ses çıkarmadığı takdirde, artık Kien’e hiçbir zarar veremezdi. Ah, bir ortadan kaldırılabilseydi şu şimdiki zaman! Dünya üzerindeki tüm mutsuzluklar, yeterince gelecekte yaşayamamaktan kaynaklanıyordu. Bugün dayak yediği takdirde, yüz yıl sonra bunun ne önemi kalacaktı? Yapılması gereken, içinde yaşanılan zamanı geçip gitmeye bırakmak ve dayaktan ileri gelen şişleri görmezlikten gelmekti. Tüm acıların suçu, şimdiki zamanın sırtındaydı. Kien, geleceğin özlemini çekiyordu; çünkü geleceğe ulaştığında, yeryüzünde daha çok geçmiş bulunacaktı. Geçmiş iyiydi, kimseye bir zararı yoktu; Kien, geçmişte yirmi yıl süreyle istediği gibi ve mutlu yaşamıştı. Kim mutlu olabiliyordu ki şimdiki zamanda? Evet, duyularımız bulunmasaydı eğer, o zaman şimdiki zamana da dayanılabilirdi. O zaman anıların yardımıyla -demek ki yine de geçmişte- yaşanılabilirdi. Başlangıçta yalnızca söz vardı; ama var’dı; başka deyişle geçmiş sözden önce vardı. Kien, geçmişin bu öncelikli konumu karşısında saygıyla eğildi.”

Bir saatten sonra bir de bakıyorsunuz ki Kien dünyaya düşüyor fakat dünyanın kafasız olduğunu fark ediyoruz bu düşüşte, Kien fark etmiyor tabi ki.

“Merdivenin alt basamaklarında düşünceli düşünceli duruyor ve -pis servete karşı duydukları açgözlülük nedeniyle kitaplarını buraya getiren terk edilmiş yaratıkları adına – böyle bir işleve yaraşır ölçüde temiz olmayan merdiven adına – kitapları alıp da okumayan görevliler adına – tavan arasında, yangın tehlikesi içinde bulunan odalar adına – kitapların rehin bırakılmasını yasalara hakaret saymak için kılını bile kıpırdatmayan bir devlet adına- basım işinin kendilerine artık doğal görünmesi nedeniyle, her bir basılı harfin özel bir kutsallığı içerdiğini tümüyle unutan insanlık adına utanç duyuyor insan.”

“Cennette, der vicdan, doksan dokuz doğrudan çok, eğriyken doğrulmuş bir kişinin gelişine bayram edilir.”

 “İnanın bana sevgili dostum, bu dünyada parayı sık sık aklına getiren değil, hiçbir zaman aklından çıkarmayan insanlar var; yaşamlarının her saat, her dakika ve de her saniyesinde parayı düşünüyorlar! Hatta daha da ileri giderek, bunların başkasının parasını düşündüğünü bile öne süreceğim.”

 “Elbette bir hizmet karşılığı para almak kabalıktı, ama bu tür ahlaksızlık ayaktakımı arasında çok yaygındır, derinlere kök salmıştır, hatta eğitimli sınıflara bile uzanmıştır. Platon buna karşı savaştı ama sonuç alamadı.”

“Bununla birlikte, sayfa sayılarına bakıyor, 500’den fazla sayfası olan kitaplara karşı saygı duyuyordu. Bunların bir değeri olsa gerekti, kitapları yerine koymadan önce pazar yerindeki yolunmuş tavukları yoklar gibi elinde şöyle bir aşağı yukarı tartıyordu.”

“Eski hastalarına iyi olduklarından, uğraşlarından, geleceğe ilişkin tasarılarından söz ederken, şöyle küçük yanıtlar almayı beklerdi: ” O günler çok daha güzeldi!”, “Şimdi o denli boş ve budalaca bir hayat sürüyorum ki!” “Yeniden hasta olabilmeyi yeğlerim!” “Beni neden sağlığıma kavuşturdunuz?” “İnsanlar bir kafanın içinde ne denli görkemli bir evrenin saklı olabileceğini kestiremiyorlar.” “Aklın sağlıklı olması bir tür bunama demektir.” “Sizi hapse atmak gerek!” “Beni en değerli varlığımdan yoksun kıldınız!” “Sizi yalnızca bir dost olarak takdir ediyorum. Uğraşınıza gelince insanlığa karşı işlenmiş bir suçtan başka bir şey değil.” “Bir ruh baytarından başka bir şey değilsiniz!” “Utanın!” “Bana hastalığımı geri verin!” “Sizi dava edeceğim!” “Sağlıklı olmak, ölümden farksız!” Bu yanıtların yerine bir övgü ve çağrı yağmuruna tutuluyordu. Rastladığı insanlar şişman, sağlıklı ve normal görünüyorlardı. Dilleri, yoldan gelip geçen öteki insanların diliydi. Ya bir tezgâh edinmeye çabalıyorlar ya da bir tezgâhın ardında çalışıyorlardı. En iyi olasılıkla, bir makinenin başında bulunuyorlardı.”

“Görüyorsunuz ya, baylar, bu dahi paranoyakla kendimizi karşılaştırdığımızda, ne kadar zavallı aptallar ve dar görüşlü kişiler olarak kalıyoruz! Biz gerçeklerin tutsağıyken o tutkuların insanı, biz hep başkalarından alınma, elden düşme deneyimlerle yaşarken o kendi deneyimlerine dayanıyor. Tıpkı dünyamız gibi sonsuz bir yalnızlık içerisinde, kendi evreninde dolanıp duruyor. Korkmak hakkına sahip. Yörüngesini açıklamak ve korumak için gösterdiği yetenek tümümüzün tuttuğumuz yolları açıklamak ve savunmak için gösterdiğinden daha büyük. O duyularının yarattığı yanılsamalara inanırken bizler sağlıklı duyularımızla algıladıklarımıza kuşkuyla bakıyoruz. Aramızda bulunan bir avuç inançlı kişi ise başkalarının binlerce yıl önce onlar için yaşamış oldukları deneyimlere sarılıyor. Bizler düşleri kutsal sözleri, sesleri, nesnelere ve insanlara göz açıp kapayana dek yaklaşabilmeyi gereksiniyoruz. Ve bunları kendi içimizde bulamadığımız zaman geleneklere başvuruyoruz. Kendi yoksulluğumuz yüzünden inanan kişiler olup çıkıyoruz. İçimizde daha da yoksul olanlar bundan da vazgeçiyorlar. Ama ya karşımızdaki? O aynı kişilikte hem Allah’ı hem peygamberi hem de Müslüman kişiyi birleştiriyor. Ona kronik paranoya etiketini yapıştırmamız bir mucizeyi mucize olmaktan çıkarır mı? Bizler nasırlaşmış akıllarımızın üstünde cimrilerin paralarının üstüne oturmaları gibi oturuyoruz. Bizim düşündüğümüz anlamda akıl bir yanlış anlamadan başka bir şey değil. Eğer salt düşünce düzeyinde sürdürülebilen bir yaşam varsa öyle bir yaşamı sürdürebilen tek insan şu karşınızda gördüğünüz delidir.”

 “… insanların daha yüksek bir hayvan türü olan kitle…”

 “her kadın lükse duyduğu aşk uğruna yaşar ve ölür.”

565 sayfalık bu kitaptan altını çizebileceğim onlarca yerden buraya alabildiklerim bu kadar oldu. Kitabın Türkçeye çevirisi için rahmetli Oğuz Atay’a teşekkür etmemiz gerektiğini söylüyor Ahmet Cemal tevazuuyla. Kendisine de teşekkür ederim bu güzel çeviri için. Kitap Sel Yayıncılıktan çıkmış. Daha önceki baskısının hangi yayınevine ait olduğunu bilemiyorum. Dikkat çekici aforizmalarla örülü olan roman boyunca insan ister istemez düşünceden düşünceye geçiyor. Hararetle tavsiye ederim.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir