Köpeğim Charley ile Amerika Yollarında [John Steinbeck]

John Steinbeck’le uzun bir yolculuğa çıktım. Ne tuhaf şey. 60’lı yıllarda vefat eden bir yazar, 60’ların başında ülkesini daha iyi tanımak; gençliğinin Amerika’sı ile yaşlılığının Amerika’sını karşılaştırmak ve sosyolojik tahliller yapmak için karavanıyla yola çıkıyor. 2016’yılından ben de programa dahil oluyorum bir anda. Gezi edebiyatının çekici olabilecek yönü bu bence. Biyografi, otobiyografi gibi seçeneklerle birlikte gezi daha üst bir yerde bulunabilir. Refik Halid’in Memleket Hikayeleri ya da Reşat Nuri’nin Anadolu Notları gibi; belki onlarınki kadar aşina olmasam da dostluk dostluktur. Bir yazar gözüyle belli bir döneme bakmak, belli yerlerde dolaşmak gerçekten büyük bir mutluluk.

“Beş yüz sayfa yazmanın çaresiz imkansızlığıyla karşı karşıya olduğumda üzerime hastalıklı bir başarısızlık duygusu çöker ve bunu asla başaramayacağımı düşünürüm. Her seferinde olur bu. Sonra yavaş yavaş bir sayfa yazarım, bir sayfa daha. Kendime sadece o gün yapacağım şeyi düşünme izni veririm ve bitirme ihtimalini tümüyle gözardı ederim.”

Yazarla yol arkadaşlığı yaparken bunları ne zaman yazıya dökecek diye merak ettiğimde bana bu cevabı verdi. Karavana dönüştürdüğü kamyonetiyle New York’tan yola çıkan Steinbeck köpeği Charley ve benim gibi takipçileri ile birlikte önce şaşırtıcı bir şekilde doğuya doğru yol aldı. Kanada sınırlarında biraz dolaştı hatta sınırı geçip kuzeyden dolaşmaya bile niyetlendi bir ara. Kimi zaman yorgunlukla kimi zaman keyifle sonbaharı izledi. Sene 1960, mevsim sonbahar. Bir yandan doğayı bir yandan insanları gözlemledi.

“Başka hiçbir şeyde göremesek de en azından çöplerde; üretimimizin ne kadar vahşi ve şuursuz olduğunu görebiliriz; atıklar bunun delili.”

“Gamlı bir ruh insanı bir mikroptan çok daha hızlı öldürür.”

Yolda avcıları gözlemliyor. İnsanların tabiatlarının ve şivelerinin nasıl da kilometreler değiştikçe değiştiğini görüyor. Bazen de değişiklik görmediği için üzülüyor.

“Her yerde dikkatle dinledim. Yöresel şiveler ortadan kalkıyormuş gibi geldi bana, yok olmasına ramak kalmıştı. Kırk yıllık radyo, yirmi yıllık televizyon deneyimi böyle bir etki yaratmıştı belli ki. Yayınlar, yerelliği ağır ama kaçınılmaz bir süreç içinde yok edecekti. Bir adamın sırf şivesini duymakla doğum yerini tahmin ettiğim zamanları hatırlıyorum. Artık bunu yapmak gittikçe zorlaşıyor ve yakın bir gelecekte iyice imkansız olacak. Kelimeleri ve kelimelerin sonsuz olasılıklarını seven birisi olarak bu kaçınılmaz son beni üzüyor. Yerel lehçeyle birlikte yerel tempo da kaybolacak. Deyimler, dili zenginleştiren, belli bir yerin ve zamanın şiiriyle dolduran farklı kullanımlar ortadan kalkacak. Onların yerini derli toplu paketlenmiş, standart ve yavan, milli dil alacak.”

Milyonlarca düşünce akıp duruyor zihninden. Kitaba yansıtabildikleri ne kadar azıdır kim bilir. Başarı kısmen de olsa bunları aktarabilmekte tabi. Her hangi bir insan düşüncelerini tam olarak ifade edebilse belki de edebi bir deha olarak adlandırılır fakat ne yazık ki düşüncelerimizi dile ve yazıya aktarma yeteneklerimiz oldukça kısıtlı.

“İnsan ne dehşetler umar karanlıktan, bizim gibi ölçmediği, tartmadığı hiçbir şeye inanmayan, kendini bilgili sanan insanlar bile.”

“Tecrübelerim bana, bütün milletlere bayıldığımı ama bütün hükümetlerden nefret ettiğimi göstermiştir.”

Milletleri sevmek ve hükümetlerden nefret etmek ne kadar farklı bir yaklaşım. Belki ben de aynı hisleri duyarım fakat anlatamam. İnsanlığı ve insanlığın iyiliğini/geleceğini düşünürüm hep ve bunun için ne kadar zayıf olduğumu fark ederim aynı anda. Hükümetlerin bu iş için en doğru organlar olduğunu fark etmemle küresel politikalara uyum sağlamak için, dünyanın düzenini bozmamak için (sanki çok iyiymiş gibi), bazı dengeleri korumak için kıllarını kıpırdatmadıklarını görürüm ardından. Hükümetler olmasaydı küresel politikalar üretilmeyecekti belki de. Dünyanın bir ucundaki bir hükümet başka bir ucundaki toprak için karar vermeyecek, bu kadar kan-gözyaşı akmayacaktı belki de…  

“Uyumadan önce keşke gümrükteki adama şunu da diyeydim dediğim lafları tekrar ettim, bazıları acayip zeki ve taşı gediğine koyan laflardı.”

Evet, Gazap Üzümleri’nin; Bitmeyen Kavga’nın yazarı da geceleri yatağının içine girdiğinde aynı benim gibi gününün muhasebesini yapıyor, yapmak istediği fakat yapamadığı konuşmaları kafasında tekrar ediyormuş.

“Bir şehir büyümeye ve dışarı doğru genişlemeye başladığında eskiden medarı iftiharı olan merkezi, bir bakıma zamana terk ediliyor. Sonra binaların rengi kararıyor, çürümeye başlıyorlar; daha yoksul insanlar buraya taşınıyor ve kiralar düşüyor, sonra eski gösterişli müesseselerin yerini küçük esnaf alıyor.” Nasıl, tanıdık değil mi?

Tabi ki daha bir sürü düşünce ve ayrıntıyla seyahatini tamamlıyor yazar. Bugün bu yolculuğu yapmış olsaydı elinde bir cep telefonuyla gittiği her yerden konum atacak, yemek resmi paylaşacak, manzara fotoğraflarında kendini etiketleyecekti belki de. İyi o zamanlar yokmuş. Bu seyahat sadece insanların düşüncelerinde etki bırakmış oldu böylelikle. Yazarın ruhu şad olsun. Aslı Biçen çevirisi ile okudum kitabı. Sel yayıncılıktan çıkmış, 250 sayfa civarında.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir