Katre-i Matem [İskender Pala]

Tarihle ilgilenen insanların hepsi aynı şeyleri düşünmüştür sanırım. Bir zaman makinesi olsa da süzülüversek bilinmeyen bütün günlerin üzerinden diye. İlkçağlara gidip o zamanın şehirlerinde dolaşmak. O zaman anakent kabul edilen birkaç bin nüfuslu şehirlerin sokaklarına, evlerine, insanlarına bakmak. Savaşlardan sosyal hayata kadar her şeyi yerinde görmek ne kadar ilginç olurdu. Büyük Roma acaba cidden büyük bir Roma mıydı? Hunların konuştuğu dil bugünkü Türkçeye ne kadar benziyordu? İpek yolu ne kadar işlekti? Haçlıları karşılayan Selçuklu kuvvetleri hiç ümitsizliğe kapılmış mıydı? Osman Bey, babasından beyliği devraldığında torunlarının neler yapacağını tahmin etmiş miydi? Bunlar gibi binlerce sorumuz var, belki de hiç cevabını alamayacağımız. Geçmişin ana hatlarını tarihçiler çizerken, aralarda kalan boşlukları da romancılar doldurur kimi zaman. İşte Katre-i Matem de bu tür romanlardan biri. Bir zaman makinesi gibi alıyor okuyucuyu ve Lale Devri’nin orta yerine bırakıveriyor. Olaylar, tarihi olarak doğru. Boşluklar, merak duygumuzu bir nebze olsun tatmin edebilecek kadar güzel doldurulmuş. Bir de işin içine mükemmele yaklaşan anlatım güzelliği girince okuyucunun dünyasından bir süreliğine kopmaması için hiçbir sebep yok. Son zamanlarda yazılmış Katre-i Matem ayarında kitap yok.

Yazar İskender Pala. Kapı Yayınları’nın yayınladığı kitap 480 sayfa. Sayfa sayısının çokluğuna bakmayın zira kitap bitince keşke bir 480 sayfa daha uzasaydı hikâye diyor insan. Hikâye Lale Devri’nde geçiyor. Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminin başladığı yıllar. Padişah 3. Ahmet ve Nevşehirli Damat İbrahim Paşa barış yanlısı siyaset izledikleri için ülke birkaç yıllığına savaşlardan uzak duruyor. Refah döneminde İstanbul baştan inşa ediliyor adeta. Köşkler yaptırılıyor, eğlence âlemleri düzenleniyor ve şehir bir lale bahçesine dönüyor. Bu devrin son yıllarında biz de okuyucu olarak dolaşıyoruz. Bazen bir köşkteki bir âleme gidiyoruz bazen tımarhaneye. Mecnun olmuşların müzik dinleyerek tedavi olmalarını izliyoruz. Rast makamı neşe veriyor Kuçek makamı duyarlılık; Saba makamı cesareti artırıyor Zirgule makamı uykuyu. Rehavi makamı sonsuzluk hissi veriyor Hicaz makamı alçakgönüllülük. Külhanbeylerinin sığındığı hamam külhanına gidip kardeşlik yeminlerini dinliyoruz sonra Mevlevi tekkesine gidip Şeyh Efendi’nin sohbetine katılıyoruz. Bir lale bahçesine girip, lale yetiştiren adamdan bu çiçeğin tarihçesini dinliyoruz. O zamanda yüzlerce altının nasıl bir laleye sayıldığını izliyoruz açık artırmada ve hayret ediyoruz. Yeniçeri kahvelerine giriyor, yeniçerilerin nasıl bozulduklarını, memlekete nasıl zarar verdiklerini görüyoruz ve isyan hazırlıklarına kulak veriyoruz. Sonrasında Patrona Halil isyanı oluyor. Şehrin nasıl yakılıp yıkıldığını izliyoruz üzüntüyle. Ve aşk. Bir aşığı izliyoruz, aşkının peşinden nasıl canından geçtiğini, neleri göze aldığını ve aşkın bir insanı nasıl halden hale soktuğunu görüyoruz. Kaybedilen bir aşkın acısının gölgesinde süren hikâye boyunca doğu klasiklerinden hikâyeler dinliyoruz zaman zaman. Bostan’dan, Gülistan’dan, Mesnevi’den ve daha kim bilir kimlerden.

66 sorudan oluşuyor kitap. Lale’nin Ebced hesabındaki karşılığı olan 66. Fedakârlığın sınırını taşırabilir misin? Bulduğunu kaybeden ne hisseder? Sevmenin cinnet ile cennet arasında olduğunu kim bilebilir? Bir dakika yüz yıl sürer mi? Soruları 66’ya kadar çıkıyor.

“Her kimde şu özellikler yoktur, aklı tam sayılmaz. Kişi odur ki dünya malından ihtiyacı kadar alıp fazlasını yoksullara dağıta. Tevazuu şereften daha fazla seve. İlim istemekten bıkmaya. Başkalarının ihtiyacını görmekten bıkmaya. Başkalarının iyiliklerini büyütüp kendi iyiliğini hiçe saya. Herkesi kendinden üstün göre.”

“Bir şeyi çok ümit etmek ümide köle olmaktır.”

“Fakirliğin en büyüğü ahmaklık, zenginliğin en üstünü akıldır.”

“İnsanın giyebileceği en iyi elbise güzel ahlaktır.”

”Akıl tamam olduğu vakit söz azalır.”

“Akıl insana bahşedilmiş en muhteşem ama o derece de yalın bir melekedir. İnsanlar aklın bizi yönlendirdiğini zanneder. Hakikatte ise aklı yönlendiren bir olumlu bir de olumsuz müteharrik vardır. Gönül ve nefs. Aklımız gönlümüzün önüne düşünce insan kendi yaradılışına uygun şeyler üretir. Nefsin önüne düşünce sapkınlık başlar. Bu dengeyi kurma noktasında insana irade gücü verilmiştir.”

Kitaptan hoşuma giden birkaç cümleyi aktardım buraya. Gül bahçesinde yatan kişi bir an önce uyanmayı ister. Fakat zindanda uyuyan ebediyen uyumaktan yanadır. Çünkü uyanırsa yeniden zindanda olacağını bilir. Gündelik hayatın bize vurduğu zincirlerden bir süreliğine de olsa kurtulmuş olduk Katre-i Matem sayesinde. Gül bahçesi değil de lale bahçesinde geçen bu küçük düş için İskender Pala’ya teşekkür etmeliyiz.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir