Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü [Byung-Chul Han]

Freud, ölüm dürtüsünü doğuştan gelen bir eğilim olarak tanımlamış. Buna göre bütün canlı maddeler ölüm gerilimini taşırken cansızlar da hayat bulma peşindeler. İnsan, doğumla birlikte ölümün peşine düşüyor bu mantığa göre. Byung-Chul Han, Kore asıllı Alman yazar bu dürtüyü kapitalizme uygulamış.

“Daha önce cansız olan maddede canlılığa geçişle beraber ortaya çıkan gerilim kendini bertaraf etme çabası içine girmiştir. Böylece canlıda, cansız duruma geri dönme dürtüsü baş gösterir. Ölüm dürtüsü doğuştandır: Tüm yaşamın amacı ölümdür ve önceye uzanır: cansız olan daha önce canlı olarak buradaydı.”

Bu mantığa göre yaşam, ölüme doğru giden şimdilik var olma halinden başka bir şey değil. Han şöyle diyor bu duruma paralel bir şekilde: “Sermaye mutlak bir kayıp olan ölüme karşı biriktirilmektedir. Üretim ve büyüme zorgusunu meydana getiren şey ölümdür.” Kapitalizmin içinde sürekli biriktirme ve böylelikle mutlak olan ölüme karşı çıkma dürtüsü var, sürekli silahlanarak yine ölüme karşı hayatta kalmaya çalışma dürtüsü var. Biriktirilmiş para sahibine ölüme karşı bağışıklık kazandırıyormuş gibi algılanıyor. Ölümden yoksun bir yaşamın peşinden koşan insan grupları var. Fitness ile botoks ile ölümden kaçıyorlar sürekli.

Kapitalist sistem, rayından çıkmış bir üretim süreci içerisinde. Bu süreç zaman içerisinde tüm insanlığı yok edecek. Üretme, bir çeşit sarhoşluk halini almış durumda. Freud’un söylediği o ölüm dürtüsü şimdi bu büyük mekanizmada işlerlik kazanmış. Büyük mekanizmadan kastettiğim tüm insanlık.

Ölüm kesinlikle bir olumsuzluktur. Üretim zorgusu ise onu ortadan kaldırmaktadır. Aşk da kapitalist sürece uyum sağlamıştır. Öteki, sadece bir tatmin metasına dönüşmüştür. Kapitalizm, ölümü olumsuzlayarak metafiziğin yerini almıştır, bir nevi dine dönüşmüştür artık.

Elimdeki bu kitap, Byung-Chul Han’ın denemelerinden oluşuyor. Kitaba adını veren Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü ilk defa bu kitapta yayınlanmış olan bir deneme. Diğer deneme-makaleler başka yerlerde çeşitli tarihlerde yayınlanmış.

İkinci makalesi günümüzde bir devrimin neden mümkün olmadığını anlatmaya çalışıyor. Zenginler ve yoksullar arasındaki makas gittikçe açılıyor fakat devrim yapabilmek için somut bir karşı tarafa ihtiyaç varken günümüzde böyle bir taraf yok, saydamlaşmış durumda. Ayrıca, sınıf mücadelesinin olmasına engel olacak bir kişilik inşası var günümüzde. Algılar, başarısızlık durumunda insanın kendisini suçlayacağı şekilde yönetiliyor. Fakirsen sen suçlusun diyor sistem insanlara. İnsanlar da bu durumu kabul ediyorlar. Dışarıya dönük saldırganlık içe dönük saldırganlığa dönüşmüştür. İnsan, dışarıya saldırarak kötü gidişatı değiştirmek yerine kendisini suçladığı için kendisiyle kavga ediyor. Depresyona giriyor, intihar ediyor, kendini küçümsüyor. “tükenmiş, depresif, dağınık bireylerden devrimci bir kitle çıkmaz” diyor Byun-Chul Han.

Üçüncü makalede son zamanlarda çok konuşulan insanın veriye dönüştürülmesinden bahsetmiş yazar. “Bugün ticari değerlendirmeden kaçmayı başarabilen bir yaşam alanı kalmamıştır artık”. Veri toplama merkezleri insanları tahmin edilebilir varlıklar haline getirmek için çok büyük çabalar harcıyorlar ve başarılı oluyorlar da. Gelecek, hesaplanabilir ve manipüle edilebilir bir şey haine geldi. “Dijital psikopolitika insan kişiliğini ölçülebilir ve yönetilebilir bir nesne derekesine indirmektedir. Dolayısıyla Big Data özgür iradenin sonuna geldiğimizin habercisidir.”

“Ağdaki verilerin sahibi kimse egemen olan odur” diye bir vecize günümüz dünyasını çok iyi anlatıyor. Veri totalitarizmi ya da dijital totalitarizm olarak adlandırılmış bu durum. Dün, nüfus sayımına karşı çıkıp eylemler yapan insanlar bugün tüm bilgilerini ağlara vermiş durumdalar. “Çevremizi saran nesneler bizi gözlemlemekte ve gözetim altında tutmaktadır. Bize sürekli olarak enformasyon yollamaktadırlar. Sözgelimi buzdolabı yeme alışkanlıklarımızı çok iyi bilmektedir.” Akıllı telefon, dinleme özelliği olan bir böceğe dönüşmüştür.

1984’teki Big Brother’in yerini Big Data almış durumda. Her şey kaydediliyor ve veriye dönüştürülüyor. Bu durum çeşitli kılıflarla sunuluyor insanlara, şeffaflık diyorlar, özgürlük diyorlar. Dayatmalarla değil baştan çıkarmalarla herkes en mahrem bilgilerini bile Bir Data’nın hizmetine sunuyor.

“Bu güç biziz sürekli paylaşmaya, katılmaya, görüşlerimizi, ihtiyaçlarımızı, arzularımızı ve eğilimlerimizi iletişimin dolaşımına sokmaya, hatta hayatımızı anlatmaya teşvik etmektedir. Günümüzün iktidar tekniği özgürlüğümüzü reddetmemekte veya baskılamamakta, bunun yerine sömürmektedir.”

Yazar, şeffaflık üzerine yazdığı bir denemesinde ise “Şeffaflık toplumu olumluluğuyla bir aynılık cehennemidir” diyerek kapitalizmin amaçladığı tek-tip insanın seri üretimine geçilmiş olduğu bilgisini veriyor. Şeffaflığın tüm topluma yayılması ile ahlaki değerler anlamını yitirmektedir. Her şey şeffafsa ahlaklı olmaya, dürüst olmaya, onurlu olmaya ne gerek var? Her şeyin şeffaf olduğu bir dünya din-dinler için de arzu edilen bir dünya değildir. Kapitalizmin dini olumsuzlayarak dine dönüştüğünü söylemişti yazar, bu dinde günah yok zira her şey kontrol altında.

“Denetim toplumu, öznenin dış bir zorlamayla değil de bizzat kendisinin ürettiği bir ihtiyaç doğrultusunda soyunarak kendini ifşa ettiği, başka bir deyişle özel alanından vazgeçme korkusunun bu alanı utanmazca teşhir etme ihtiyacına boyun eğdiği bir ortamda tamamına ermekte ve yetkinleşmektedir.” “Öz sömürü, dıştan gelen sömürüden daha etkilidir.” İnsanlar kendi istekleriyle kendilerine ait her şeyi dünyaya sunuyor.

Başka bir makalede Dataizm diye bir kavramdan bahsetmiş yazar. Veri toplama çılgınlığını böyle adlandırıyor. Sensörler vasıtasıyla insanların bile veriye dönüştüğünü aktarıyor. Bununla birlikte insana narsistik bir bilinç aşılayan bir baskı var. Herkes kendi markasını yaratmanın peşinde, yaratabildiği kadar var yaratamadığı kadar suçlu. İyi bir marka olamayanlar bunun ağırlığı altında eziliyor. Fotoğraflarda aslolan fotoğrafın hatıra değeri değil, kişinin kendini merkeze oturtup oturtamadığı.

Yazar, Avrupa’nın mülteci krizine değinen birkaç deneme daha yazmış kitabın sonlarına doğru. Avrupa’nın yüzyıllardır sömürerek çaresiz bıraktığı Afrika ve Asyalıların şimdi Avrupa’ya mülteci olarak sığınmaya çalışmalarından şikayet etmeye hakkının olmadığını ima ediyor yazdıklarıyla. Bankacılık sistemini kurtarmak için harcadıkları paranın küçük bir kısmını insan hayatı için göstermelerini bekliyor. Çok bekler.

“Sermaye bugün her şeyi kendine tabi kılıyor. Lifetime value, yaşamın her anı ticarileştirdiğine bir insandan müşteri olarak çekilen değerlerin toplamı anlamına gelmektedir. İnsan birey burada müşteri değerine veya piyasa değerine indirgenmektedir. Kavramın temelinde insanın tüm kişiliğini, tüm yaşamını katışıksız bir ticari değere tercüme etme niyeti yatıyor. Hiper kapitalizm insan varoluşunu da ticari bir ilişkiler ağında tamamen eritiyor. Günümüzde ticari değerlendirmeden kaçabilen hiçbir yaşam alanı yok artık. Hiper kapitalizm tüm insani ilişkileri ticari ilişkiler haline getirmektedir. İnsanın elinden onurunu almakta ve yerine tamamen piyasa değerini koymaktadır.”

125 sayfalık bu harika eseri Çağlar Tanyeri dilimize kazandırmış İnka Kitap tarafından basılmış.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan