Kale [Saint-Exupéry]

“Çünkü tohumlar arasında bir seçim yapmak için bir zaman vardır ama seçimini kesin olarak yaptıktan sonra, harmanların gelişmesinin sevincini tatmak için de bir zaman vardır. Yaratış için bir zaman vardır ama yaratık için de bir zaman vardır. Gökte bentleri yıkan kızıl yıldırım için bir zaman vardır ama yollarından çıkmış suların toplandıkları sarnıç için de bir zaman vardır. Fetih için bir zaman vardır ama imparatorlukların durulma zamanı da gelir: Ben Tanrı’ya hizmet ederim, sonrasızlığı severim ben.”

Elimdeki “Kale” kitabının kapağında 30 Mart 2000 tarihinde İstanbul’dan aldığım yazıyor. Üsküdar’da, Kaknüs Yayınevi’nden almıştım diye hatırlıyorum. O gün bugündür elimin altında durur, ara ara açar tazelerim. Çoğu cümle aklıma yer etmiştir.

Kitaptan bahsetmeden önce Tahsin Yücel’in çevirisinden bahsetmek istiyorum. Yücel’in kendine has tarzını bilenler için kitabın okunuşu biraz daha farklıdır. Bir cümlenin içerisinde başkası yazılabilecekken daha güzel olacağı düşünülerek yazılmış bir kelime, çevirmenin esere bıraktığı bir iz olarak kaşılar okuyucuyu. Çeviri eserin okunuşunu farklılaştırır bu iz, eseri biraz daha kendi dilimize yaklaştırır, adeta bizden kılar. Tahsin Yücel bu açıdan çeviri sanatının zirvesindeki isimlerden birisidir. Allah mekânını cennet etsin. Çeviri denince benim aklıma Ahmet Cemal’le birlikte gelen iki ustadan birisidir kendisi. Kitabın önsözü de okumaya değerdir –çoğu önsözün okunmadan geçildiği düşünüldüğünde-. Önsözde dikkatimi çekmiş, hiç unutamadığım nokta Küçük Prens’le ilgili sözleri Yücel’in. İlk yazıldığında bin sayfa civarındaymış Küçük Prens. Exupéry mükemmelliğin sadelikte yattığına inandığı için sadeleştirmiş kitabını. Ömrü vefa etseymiş belki de Kale de sadeleştirilecekmiş.

Kale başlı başına bir destan. İnsanı kuran bir destan. Yıllardır elimden düşmeyişinin, tekrar tekrar okuyuşumun da bir sebebi var. Kutsal metinler gibi, her okumada insana farklı bir bakış açısı sunuyor insanla ilgili. Metnin bir amacının da Tanrı’ya ulaşmak olduğunu görürsünüz okurken. Bu açıdan kutsal metinlerle benzerliğinin olduğunu da düşünebiliriz.

“Okuma yazma bilmeyen kişi peygamberin kitabını tartmakla, harflerin biçimi ya da resimlerin yaldızı üzerinde oyalanmakla, kitabın özünü sezemez, bu öz boş nesne değil, tanrısal bilgeliktir” demişti sonra. “Mumun özü de izler bırakan balmumu değil, ışıktır.”

Kale, seni insanların yüreğine kuracağım diyor yazar bir yandan da kale kurar gibi insan kuruyor. İnsanı taş taş inşa ediyor. Kıskançlıkları, kibri, korkuları, cesareti, acıması… Her şeyiyle insanı kuruyor sonra.

“Yürekçe oturgan kişileri sevmem. Hiçbir şey vermeyenler hiçbir şey olmazlar. Ve yaşam hiç mi hiç olgunlaştırmaz bunları. Zaman bir kum gibi akıp gider onlar için, onları siler. Onlar adına ne vereceğim Tanrı’ya?”

“Şöyle derdi babam bana: ‘Birlikte kule yapmaya zorla onları, hepsini kardeş edersin. Ama birbirlerinden nedret etmelerini istiyorsan bir avuç yem at önlerine.’”

Anlatıcının bir kral olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla insanı kurarken aynı zamanda toplumu da kurmuş oluyor yazar. Bilerek yapılmış bir şey tabi ki bu, anlatıcının bir idareci oluşu bireyden topluma giden yolu da işler hale getiriyor.

“Çünkü, bir daha söylüyorum, başkalarının şiirlerini söyleyen, başkalarının buğdayını yiyen ya da kentlerini kurmak için parayla mimarlar getirten topluluklar küçümsenecek topluluklardır.”

Toplumu çizerken çalışmayı kutsuyor kral-anlatıcı. Birlikte çalışanlar kardeştir ancak diyor.

“Başka bir yerde şöyle diyordu babam: ‘Her şeyin kusursuz olduğu bir imparatorluk yaratma. Çünkü beğeni, müze bekçisinin erdemidir. Beğenisizliği hor görürsen, ne resmin, ne dansın, ne saratın ne de bahçelerin olur. Kusursuzluğun boşluğu yüzünden yoksun kalırsın onlardan. Her şeyin yalnızca coşkulu olduğu bir imparatorluk yarat.’”

“Hiç kimse savı için acı çekmez oldu. Hiç acı çektirmeyen bir sav da nedir ki?”

“Çünkü insan elbette aşk yeteneğidir ama acı yeteneğidir de. Bir de sıkıntı yeteneği. Ve yağmurlu bir gök gibi asık suratlı bir keyifsizlik yeteneği. Ve şiirin tadı değildir sorunları, böyle olmasa, hiçbir zaman kederli görünmezlerdi. Şiire kapanır, bayram ederlerdi. İnsanlık da şiire kapanır ve artık hiçbir şey yaratmak zorunda kalmadan bayram ederdi. Ama insan oluşturduğundan sevinç alır, doğası böyledir. Şiirin tadını almak için de şiirin yükselişini hazırlaması gerekmiştir. Ama dağların tepesinden görülen görünüm yürekte nasıl çabucak eskiyiverirse, ancak yorgunluğunun bir yapısı, kaslarının bir düzeni olunca bir anlam taşırsa, çok geçmeden, dinlenip de yürümeye can attığın zaman, aynı görünüm nasıl seni esnetir, nasıl sana verebilecek hiçbir şeyi kalmazsa, kendi çabandan doğmamış şiir de böyledir. Çünkü başkasının şiiri bile senin çabanın, senin iç yükselişinin meyvasından başka bir şey değildir; ambarlar hiç de insan niteliği bulunmayan oturganlar yetiştirir yalnızca. Aşk elimin altında bir yedeklik değildir: Yüreğimin emeğidir her şeyden önce. Yurtluğu, tapınağı, şiiri ya da müziği anlamayanların bunların karşısına oturarak ‘uyarsız parçalardan başka ne var burada? Beni yönetmeye değer hiçbir şey yok’ diyenlerin böylesine çok olmasına hiç şaşmıyorum. Böyleleri, söyledikleri gibi mantıklıdır. Kuşkusuzdur, insanın değil tembelliğin niteliği olan alayla doludur. Çünkü aşkı bu yüz bir armağan olarak vermemiştir sana; içindeki rahatlığı da görünüm değil üstesinden geldiğin tırmanma yaratır böylece. Tepesinden baktığın dağ da gökyüzüne yerleşmeden oluşur böylece. Aşk da böyledir. Çünkü aşkla karşılaşıldığını sanırsan aldanırsın, aşk öğrenilir. Sevilmek ereğiyle yaşamda dolaşıp duran kişi aldanır, yüreğindeki gümbürtünün tadını kısacık ateşlerden bilir ve kendisini ömür boyunca tutuşturacak büyük ateşin düşünü kurar, oysa onun bildiği ateş, aklının zayıflığından, çıktığı tepenin küçüklüğünden, yüreğinin cılız utkusundan başka bir şey değildir.”

“Şiirin tükenmesi şiirini etkinliğinin ölmüş olmasından değil. Aşkın tükenmesi yüzün etkenliğinin bitmiş olmasından değil. Ve sabahın kendisinden dağ servileri ve çiçekler çıkartacağı, ekilebilir toprakların tükenmesi Tanrı’nın etkenliğinin geçmiş olmasından değil. Çünkü ben insanlar arasındaki ilişkileri dikkatle izledim ve aklın tehlikelerini iyice gördüm. Dilin her şeyi kavradığına inanan aklın. Tartışmalarda yanıtlara inanan aklın. Dil yoluyla geçiremem içimdekini. İçimdekini dile getirecek sözcük yok. Sözden başka yollarla anlayabildiğim ölçüde belirtebilirim onu. Aşkın mucizesiyle ya da aynı Tanrı’dan doğduğumuzdan, bana benzediğin için. Yoksa benliğime gömülmüş olan bu dünyayı zorlamakla kalırım.”

“Ama kum yelinde yoğrulmamış, güçsüz ağaçlar vardır. Kendi kendilerini yenemeyen, güçsüz insanlar vardır. Büyük yanlarını öldürdükten sonra, bayağı bir mutluluğu mutluluk diye benimserler. Bir handa kalırlar ömürlüğüne. Kendi kendilerini düşürmüşlerdir. Böyleleri şöyle olmuş, böyle olmuş, yaşamış, yaşamamış, umursamam bile. Yoksul azıklarıyla bayağı bir ömür sürmeyi mutluluk diye adlandırırlar. Kendi içlerinde de kendi dışlarında da düşman istemezler. Anlatılmaz gereksinim arayış ve susuzluk olan Tanrı’nın sesini duymak istemezler. Ormanın derinliklerindeki ağaçlar gibi aramazlar güneşi. Ötekilerin gölgesi boğar kendilerini, bu nedenle ağaçlar hiçbir zaman bir erzak, bir yedeklik olarak elde edemezler güneşi, yükselişlerinde kovalarlar onu, parlak ve göz kamaştırıcı sütunlar gibi biçimlenir, topraktan fışkırıp tanrılarını izlemelerinin etkisiyle birer güç olurlar. Tanrı’ya hiçbir zaman erişilemez, Tanrı’ya doğru gidilir yalnızca ve insan uzamda bir dal topluluğu gibi gelişir.”

“çoğunluğun yargılarını hor görmelisin. Çünkü bunlar seni kendi kendine getirir ve büyümeni önler.”

“Dua Tanrı’dan yanıt gelmedikçe verimlidir.”

“Dost, yargılamayan kişidir her şeyden önce.”

“Unutma ki tapınağına geldiğin zaman, Tanrı seni yargılamaz, bağrına basar yalnızca.”

“İçinde savunulacak hiçbir şey bulunmadıktan sonra, bu kalenin gereği ne?”

Satıcıların mallarını satmak için gereğinden fazla övmelerini yasaklıyor anlatıcı-kral. Mal, anlatılana göre bayağı olunca sana da bayağı bir ruh uydururlar alıcı olabilmen için diyor. Bu sözün tam yerine oturması için bu yüzyılın beklenmesi gerekiyordu sanırım.

Altını çizdiğim her satırı aktaramadım ne yazık ki. Bu destan bazı yerlerde alçalıp bazı yerlerde yükselerek 160 sayfa boyunca sürüyor. Kaknüs Yayınları tarafından basılan bu muazzam eser kütüphanemde yine bekleyecek belki yıllar sonra tekrar okuyup tekrar yorumlanması için.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir