İslamda Felsefe ve Farabi I [Cahit Sunar]

İslamda Felsefe ve Farabi iki ciltlik bir eser. Birinci cilt Yunan felsefesinin ana hatlarını ve çöküşünü, İslamda felsefenin doğuşu ve Farabi’den bahsediyor. İkinci cilt henüz elimde olmadığı için içeriğini bilmiyorum. Yazar giriş kısmında Yunan felsefesini, Helenistik, Patristik ve Skolastik devirleri incelemiş. Helenistik devirde Stoa’lıların etkisi büyük olmuş. Stoalılar kainatın varlığında tesadüf olmadığını, insan hayatının da bir zorunluluğun eseri olduğunu söylemişler. Epiküros bir ara ortaya çıkmış ve farklı bir bakış açısı ortaya çıkarmış. Stoalılar dindar sayılabilecekken Epiküros Tanrılar vardır ama dünyayla pek ilgilenmemektedirler demiş. Kitabı tam olarak özetleyemeyeceğim, sadece dikkatimi çeken bazı yerlerinden bahsedeceğim.

…akademide kaybolan bu şüphecilik, ilk çağın son devirlerinin kalburüstü bilginlerini sinesinde toplayan İskenderiye’de tekrar meydana çıkmış ve bu devir fikir hareketlerini şiddetle etkilemiştir.

İlkçağ filozoflarından en fazla dikkatimi çeken Plotin(os) oldu. Bu filozofun tabi olduğu akımın adı yeni-eflatunculuk imiş. Plotin var olan her şeyin Allah’tan sudur ettiğini iddia etmiş. Bir yaratma hadisesi değil de bir taşma gibi görmüş. Eşya ile Allah arasında kademelerin varlığından bahsetmiş. Allah’tan yola çıkarak maddeye ulaşan Plotin; Aristo’nun maddeden yola çıkıp Allah’a ulaşan teorisinin zıddı bir fikir ortaya atmış. Tümevarımcı değil tümdengelimciymiş arkadaş. Bir de insanın Allah’a ulaşması için bedeninden sıyrılması gerektiğini söylemiş ki tasavvufla benzeşiyor bu fikir. Ancak cezbe halinde insan Allah’la birlikte olur ve bu cezbe insanın en yüksek gayesi olmalıdır.

Yunan felsefesini kabaca i.ö.600 ile i.s.600 arası olarak 1200 yıllık bir süreye yayıyor yazar. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde felsefe ile ilgilenilmemiş ama daha sonra eski filozofların görüşleri ile dinin öğretilerini bağdaştırmaya çalışan ya da tam tersi ile uğraşanlar ortaya çıkmış.

Hıristiyanlıkla Yeni-Eflatunculuk arasında ikinci büyük ayrılıkta Allah ve insan ilişkisi meselesinde görülür. Hıristiyanlığa göre insanı Allah yaratmıştır; dolayısıyla insanla Allah arasında ancak yaratılan ve yaratan ilişkisi yani aşılmaz bir uçurum vardır. Halbuki Yeni-Eflatunculuğa göre insan, Allah’ın bir sudurudur ve ilahi mahiyete ortaktır. İnsanın Allah’la birleştiği hal vecd halidir.

5. yüzyılda yaşayan Augustinus bu çağdaki düşünürlerin arasında en önemlilerinden birisi. Augustinus’un bizimkiyle aynı, sağlam bir Allah inancı var. Allah kâinatı var etmiştir, en büyüktür, insana kendisini tanıması için akıl vermiştir, zaman ve mekândan münezzehtir. Allah insanı kendi örneğine göre, hür ve yaratıcı irade sahibi varlık olarak yaratmıştır ve insan da tam boyun eğmesi gerekirken yaratıcılık sevdasına düşmüş ve ilk günahı işlemiştir diyor Augustinus. İnsan iradesini tam olarak eriterek Allah’a bağlanmalı diyor. Devlet’i mutlak kötülük olarak görüyor, bunun zıddı olarak da mutlak iyiliği temsil eden kiliseyi koyuyor.

Helenistik ve Patristik devirlerden sonra 9-15 yüzyıllar Skolastik dönem olarak geçiyor. Bu dönemlerde bilgiyi arama yerine var olan bilgiyi açıklama ön plana çıkıyor. Bahsedilen bilgi de kilise dogmaları.

İslam’da felsefenin doğuşu çeşitli dillerden yapılan tercümelerle başlıyor ve bu çevirilerdeki fikirleri İslam’la birleştirmeye çalışıyor düşünürler.

Emeviler devrinde fikir hareketlerinin ağırlık merkezini Fıkh meseleleri teşkil etmiş ve Allah’ın sıfatlarının zatının aynı olup olmadığı meselesi ile kaza ve kaderle kulun sorumluluğunun nasıl bağdaştırılabileceği meselesi bir kısmı Medine’li olan fakihlerin inceledikleri başlıca iki büyük mesele olmuştu.

Abbasiler devrinde tercüme faaliyetleri hız kazanmış bu da değişik fikir hareketlerinin meydana çıkmasına zemin hazırlamış. Esolocya diye bir kitap çevirilmiş, bu kitap Plotin, Platon ve Aristo’nun kitaplarından parçalar içeriyormuş: “Ben nefsilmle başbaşa kaldığımda ve bedenimden sıyrıldığımda bedensiz mücerred bir cevher olarak zatıma girmiş olurum; saf olarak zatıma girdiğimde de her şeyden ilgim kesilir ilim, alim ve ma’lum hep ben olurum; böyle olunca da zatımda bulunan güzelliği parlaklığı ve nuru hayret ve hayranlıkla seyr ederim ve anlarım ki ben faal hayat sahibi pek şerefli, üstün, ilahi alemin parçasından bir parçayım; bunu böyle olarak kesin bilmekle de zatımla bu alemden ilahi aleme yükselmiş ve o yüce ve şerefli makama ayak atmış olurum; ve orada öyle bir nur, öyle bir parlaklık ve revnaklık görürüm ki o hiç bir şekilde dile getirilemez”….kısaca gerçek bilgi nefs bilgisidir, gerçek insan da mahiyeti ve eseriyle nefsini bilen insandır.

Bu arada şunu da ekleyeyim, Hazreti Ali’nin söylediğini düşündüğümüz “nefsini bil” sözü aslında Sokrat’a aitmiş. Yukarıda bir miktar sözünü ettiğim Yeni Eflatunculuk İslam düşünürleri üzerinde bayağı etkili olmuş. Gelelim Farabi’ye:

Farabi’ye kadar edebiyat ve tarih alanından İranlılardan; tıp, hendese, hesap gibi alanlarda Hintlilerden; astronomi, tılsım ve sihir gibi alalarda Keldanlılardan; kimya ve teşrihte Mısrılılardan; mantık ve felsefe ve hendese alanlarında da yunanlılardan birçok tercümeler yapılmış; Aristo’nun tümevarım yolunu tutmak ve tüm bu ilimlerden bir sentez yapmakla da yeni felsefeler ve pozitif ilimler meydana getirilmiş olmasına rağmen Aristo felsefesi gerektiği gibi henüz kavranmamıştı. Bu kavratmak şerefi de gerçek felsefi düşünceye sahip olan dolayısı ile Aristo’nun bütün eserlerinden yaptığı tam şerhler ve özetlerle felsefi tercüme faaliyetine özel bir yön veren Aristo’yu en mükemmel suretle anlayıp anlatan ve felsefeyi kendine has özel bir alan olarak geliştiren Türk filozofu Farabi’ye aittir. Çünkü Suryani tercümeciler yunanlıların ancak çöküş devirlerindeki ikinci dereceden skolastik eserlerini ele almışlardı. Farabi ise doğrudan doğruya Aristo eserleri ile uğraşmıştır. Farabi bu maksatla Bağdat’tan Buhara’ya gitmiş orada bütün eserleri toplayıp incelemiş ve sonunda Al-talim al-sani adını verdiği bir eser meydana getirmiştir ki bu eser İbn Sina’ya da temel olmuştur.

Farabi’nin fikirleri İslam Meşşai felsefesinin temelini oluşturmuştur. Bu felsefeyi özetlemek gerekirse: Alemdeki madde ezelidir ve Allah maddeyi yoktan var etmemiş, alem Allah’tan sudur etmiştir. Allah’ın ilmi duyu yoluyla değil düşünme yoluyladır. Ruh durmadan mükemmelleşir. Farabi düşüncesinde metafizik determinizm hakimdir. Bağımsızlığa yer vermiyor. Allah’ın varlığının algılanamayacağından bahsediyor. Ancak O’nun sıfatları algılanabilir. Allah Hayy’dır, canlıdır, Hakim ve Alim’dir. Hem akıldır hem idrak edendir, hem fiildir hem fail.

Lezzetlerin en üstünü akıl lezzetinden başka değildir. Bu sebepledir ki insan, bedene ait lezzetlerden akıl lezzetlerine yükselmek zorundadır. Akıl lezzetlerinin en üstünü de memnun edilmiş olan nefsin-aklın Allah’ını, Rabbı’nı bilmesidir.

Farabi’ye göre sıfatlariyle meydana çıkmamış olan Allah’ı yani ahadiyeti tasavvuf diliyle gayb alemini kavramak imkansızdır. O durmaksızın içten dışa çıkmaktadır, fakat, zuhurunun şiddetinden dolayı bize göre yine içte kalır ve biz onu duyumlarımızla kavrayamayız.

Gerçek devletin gayesi vatandaşlarını bilgi bakımından yükseltmektir çünkü insanların ahirette mevkiler ve erişecekleri mutluluklar da bilgi derecelerine göre olacaktır.

Prof. Dr. Cahit Sunar tarafından 1971 yılında yazılan bu eserin 2004 basımı var elimde. Anadolu Aydınlanma Vakfı Yayınları çıkarmış ve 140 sayfa.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir