İbn Battûta Seyahatnamesi I

Ortaçağ’ın en büyük seyyahlarından birisi olan İbn Battuta, yaşadığı dünyanın hemen hepsini gezebilmiş bahtiyar bir gezgin. Onun yaptıklarını yapmak isteyenlerin çoğu kurda kuşa yem olmuşlardır eminim. Peşin olarak söyleyeyim, o dönem dünya Türklere ait. Mısır, Orta Asya, Hindistan, Anadolu, Deşt-i Kıpçak… Türklerin hâkim olmadığı yerler Avrupa’nın ve Afrika’nın içleri sadece. Oralarda da ‘henüz’ gezmeye değecek bir şey yok. İkinci olarak şunu da söylemeliyim, dönemin dünyası hakikaten çok medeni. İbn Battuta nereye giderse gitsin, kendisini misafir edecek kimseler bulabiliyor. Her yerde yolcuları karşılayan, onları misafir eden hatta misafir edebilmek için kavga eden, misafir ağırlamakla iftihar eden insanlar var. Bugün, aynı güzergâhı takip etmek o günkü kadar kolay olmayabilir.

Elimdeki hacimli kitaptan ve hazırlayanlardan da bahsetmek istiyorum. Muazzam bir emeğin ürünü olan bu eserin henüz birinci cildini tamamlayabildim. Sadece dipnotları ayrı bir kitap olarak okunabilir. Bu açıdan, dipnotların sayfa sonlarında değil de bölüm sonlarında olması okuyucu olarak beni çok yordu. Her dipnotta birkaç sayfa çevirmek zorunda kaldım neredeyse. Her halükarda bu harika çeviri ve dipnotlar için A. Sait Aykut‘a teşekkür ediyorum. Seyyah hakkında bilgiler, seyahatin ana hatları, metnin özellikleri, seyahatnamenin tarihi önemi, seyahatname ile ilgili kuşkulara verilen cevaplar gibi akademik bir makale sayılabilecek uzunca bir bölüm kitaba başlamadan önce kitaplar ilgili derinlikli bir bilgi sağlıyor okuyucuya. Benim de seyyahın Anadolu bölümünde anlattığı zaman dikkatimi çeken ahılar (ahiler) ve ahılık (ahilik) kısımlarına müstakil bir bölüm ayırmış mütercim. Ahılıkla ilgili ana kaynağın bu kitap olduğunu da belirtmiş. Mütercimle ilgili takdirlerime daha çok ek yapacağım yazdıkça fakat unutmadan, dipnotlarda kendi memleketi olan Tokat’tan bahsetmesi ayrıca hoşuma gitti. İbn Battuta’nın Türkçe konuşulan yerlerde anlattığı kelimelerden, objelerden ya da bazen yemekleri Tokat merkezli bir kıyasa tabi tutmuş mütercim ve bu da bana göre çevirinin özgünlüğünü artıran bir tarz olmuş.

Kitabın özgün adı: Tuhfetü’n-Nuzzarfi Garaibi’I-Emsar ve Acaibi’I-Esfar, kısaca Rıhletü İbn Battuta, daha da kısaca Rıhle denmiş. Seyahat esnasında misafir olunan yerler ve seyyahın da eğilimi sayesinde çağın tasavvuf haritasının da bu kitapta olduğunu söylüyor mütercim Sait Aykut. Toplam seyahat uzunluğunu da 73 bin mil olarak hesaplamış.

Kitabın birinci cildi otuz yedi bölümden oluşuyor. Seyyahın memleketi olan Tanca’dan (Fas) yola çıkışı ile başlayan kitap İstanbul’dan Afganistan’a doğru yola çıkışıyla sonlanıyor. Yola çıkışı 14 Haziran 1325 olarak kaydedilmiş. Asıl yola çıkış gayesi hacken yolda fikir değiştirip otuz yıllık bir maceraya yelken açıyor İbn Battuta.

İlginç bir olay, İbn Battuta yolda giderken bir evlilik yapıyor henüz kitabın ikinci bölümünde, seyahatin en başlarında. Kısa bir süre sonra kayınpederi ile bir sorun yaşayıp boşanıyor ve ardından hemen yeniden evleniyor. Kitap boyunca eşinden ya da eşlerinden bahsedişine rastlamadım. Bir iki yerde cariye satın aldığından bahsetmiş, bir yerde (İzmir yakınlarında) cariyesinin kaçışından bahsetmiş.

Fas’tan başlayan yolculuğu Tunus, Cezayir ile devam ediyor ve Mısır’a varıyor. Mısır’dan ilginç olarak altını çizdiğim husus meşhur İskenderiye Feneri’nin bir kısmını yıkık bulması. Dönüşündeyse tamamen ortadan kalkmış fener. Kahire’de vakit geçiriyor. Gittiği her yerin adetlerinden, siyasi durumundan, idarecilerinden bahsetmiş seyyah. Mısır’da da o sıralar Memlûk sultanı Melik Nasır hüküm sürüyor. Mısır halkının eğlenceye düşkün oluşuna örnek verirken, Melik Nasır’ın incinmiş olan elinin iyileşmesini kutlamak için şenlik düzenlediklerini anlatmış. Nil nehrini, piramitleri görmüş. Seyahatnameyi hikâyelerle süslemiş İbn Battuta. Piramitlerle ilgili aktardığı bir anekdot şöyle: Halife Mü’min piramitleri yıktırmak istemiş. Bir piramite bir delik açtırmış ve orada bir miktar para bulunmuş. Para deliğin açılması için harcanan para kadarmış. Melik Nasır her Pazartesi ve Perşembe günleri dört mezhebin kadısını soluna oturtarak meclis kurarmış. Hz. Hüseyin’in kesik başı da Mısır’da adına yaptırılan bir türbedeymiş.

“Vali Hasib’in ilginç Hikâyesi: Anlatılanlara göre Abbasi halifelerinden biri, Mısır halkına kızarak onları küçümsemek amacıyla kölelerinden en değersizini oraya vali yapacağına dair yemin eder. Hasib adlı köleyi, hamamda külhancı olduğu için insanların en değersizi saymaktadır.

Ona bir hilat [ =özel elbise] giydirir ve Mısır valisi olsun diye yola salar. Halife sanır ki, o aşağı bir sınıfa mensup olduğu için sonradan mal ve mevki sahibi olan herkesin yaptığı gibi Mısır ahalisine kötü muamelede bulunacak, sıkıntı verecek! Lakin Hasib Mısır’da huzuru sağlayınca halka iyi davranmaya başlar. Sorumluluk alışı, fedakârlığı ve ikramıyla ünü dünyayı tutar. Halifenin yakınları ve devlet büyükleri Hasib’in ziyaretine vardıkça hediyelerine mazhar olarak memnun bir şekilde Bağdat’a dönerler. Bu arada Halife günlerden beri bazı yakınlarını aratmaktadır. Neden sonra çıkagelen yakınlarına niçin bu kadar geç kaldıkları sorulunca adamlar Hasib’in yanında bulunduklarını, müthiş armağanlar aldıklarını söylerler. Bunun üzerine küplere binen Halife, Hasib’in gözlerine derhal mil çekilmesini, Mısır’dan çıkarılmasını, Bağdat’a götürülüp bir sokağa bırakılmasını emreder! Kendisini yakalamaya geldikleri sırada Hasib evin dışındadır. Bu arada parmağında bulunan kıymetli bir yakut yüzüğü saklamış ve geceleyin elbisesine dikmiştir. Sonra gözleri oyularak Bağdat sokaklarından birine bırakılır. Şairin biri yanından geçerken: “Hasib! Senin için övgü dolu bir kaside yazarak ta Bağdat’tan Mısır’a vardıysam da artık senin oradan dönmüş olduğunu görüyorum. Bu kasidemi dinlemeni isterdim!” deyince Hasib: “Bu kötü haldeyken seni nasıl dinleyeyim?” diye karşılık verir. Şair:

“Amacım senin dinlemendir! Hediye vermene gelince, halka çok iyilik ettin, iyi bir insansın sen… Cenab-ı Hak sana mükâfatını verecektir!” der. Hasib: “Pekala, oku öyleyse .. ” deyince şair şu beyitlerIe başlayan kasidesini okur: “Sen [bereketli] Hasib’sin ve işte Mısır; fışkırın beraberce! İkiniz de denizsiniz!” Kasidenin sonuna geldiği zaman Hasib elbisesinin bir tarafında bulunan dikişi şaire göstererek sökmesini ister. Şair, Hasib’in dediğini yapar. Yakut ortaya çıkar. Şair almaktan çekinirse de Hasib zorla, yemin içerek bu değerli armağanı adama verir.

Şair çarşıya gidip elindekini kuyumculara gösterir. Kuyumcular bu taşın ancak Halifeye layık olduğunu anlayarak durumu hükümete haber verirler. Bunun üzerine Halife şairi çağırtarak aldığı yakuta dair ayrıntılı bilgi ister. O da mecburen hadiseyi anlatınca Halife, Hasib gibi asil bir insana yaptığı muameleye pişman olarak onun huzura getirilmesini emreder ve hediyelere boğar onu! Ne istediğini sorar. Hasib de Münye’nin kendisine verilmesini ister. Dileği kabul edilir. Böylece Hasib ölünceye kadar burada oturduğu gibi öldükten sonra da bu yöre onun çocuklarına, torunlarına miras kalır.”

Mısır’dan Gazze’ye, buradan da Kudüs’e doğru seyahatini sürdürür seyyah. Etrafında gördüklerini anlattığı gibi, yukarıdaki hikâyenin benzeri olan civardan duyduğu hikâyeleri de anlatmasını sürdürür. Bir yandan da ulu kişileri ziyaret eder, büyüklerin mezarlarına uğrar. Peygamberlere ait olduğuna inanılan mezar ve makamları da ihmal etmez.

Ebû Yak’ub Yusuf’un hikâyesi ilgimi çekti, Hama bölümünde. Böyle bir tasavvuf büyüğünün adını daha önce duymamıştım. İbrahim Edhem’den ve babasından da söz etmiş bir yerde. Hama’nın Şii mezhebinden olduğunu anlatıyor. Şiilere daha çok Rafızi diye hitap etmiş kitabın geri kalan kısımlarında. Koyu bir Sünni, İbn Battuta. Hama’dan Halep’e, buradan da Dımaşk’a yani Şam’a devam ediyor. Buradan sonra Ermenilerle, Nusayrilerle, Kürtlerle ve İsmaililerle de karşılaşmış. Överek bitiremediği birkaç şehirden birisi de Dımaşk.

Buradan sonra hac yoluna devam etmiş seyyah. Medine’de Peygamberimizin mescidini ziyaret ediyor. Mescidin ilk yapılışı ve genişletişi hakkında bilgiler veriyor. Peygamberimiz mescidi çok sade bir yapı olarak inşa etmiş. Ayağa kalkanın başı yukarı dokunurmuş.

“Peygamberimiz mescidin inşasında ashabıyla beraber çalıştı; etrafında duvar yükseltmişse de çatı ve sütun koymadı. Kare şeklinde yapılmıştı. Boyu da eni de yüz arşın geliyordu. Bir rivayete göre ilk yapıldığı zaman eni boyundan kısaydı. Duvarın yüksekliğini bir adam boyunda yaptı. Sıcaklığın şiddeti artınca onun güzide arkadaşları mescidin çatıyla örtülmesinin uygun olacağını ifade ettiler. Bunun üzerine hurma ağacından kütükler dikip dallarıyla çardak yaptırdı. Yağmur yağdıkça çardaktan mescide damladığından, muhterem dostları damın çamurla sıvanması hususunda konuşmuşlar; Peygamber Efendimiz ise şöyle cevap vermiştir: “Peygamber Musa’nın çardağı yahut gölgeliği gibi bir gölgelik yeterlidir. Durum bundan da basit. Bazıları; “Musa’nın gölgeliği nedir?” diye sorunca şu cevabı vermiştir: “Ayağa kalktığı vakit başı yukarıya dokunurdu. Böyle bir gölgelik!”

Hakikaten ibretlik bir kıssa. Hacdan sonra yola devam eden seyyah Necef, Basra, Acem Irakı, gibi yerleri ziyaret ederek İran’a doğru ilerliyor. Şair Sadi’nin kabrini ziyaret ediyor Şiraz’da.

Yeri gelmişken, bu sıralarda buralarda Cengiz soyundan Said Bahadır Han hâkim. Emir Çoban ve oğullarının tesiri altındaki ülke Ebû Said’in ipleri eline alması ile birlikte bu aileden kendini kurtarıyor. Osman Gazi’nin dahi Emir Çoban’a nispetle çocuğuna Çoban ismini verdiğini biliyoruz. Bu aile, Sait Aykut’un da dipnotta dediği gibi incelenmeye değer bir aile. “Emir Çoban ve evlatlarının sergüzeşti, tarihi bir romanı andırır; aşk, ihtiras, cesaret, kavga, kan, inanç ve ihanetle dolu dört başı mamur bir hikâye!”

Kûfe’ye gelen seyyah buranın ahalisi Şii olduğu için buraya girmek istemez, Bağdat’a yönelir. Bağdat’ı öve öve bitiremez. Bu bölümde biraz da Ebû Said’den bahseder. Musul ve Diyarbekir ile yola devam eder. Sonra yeniden Bağdat, sonra bir daha hac ve Yemen seyahatleri. Ardından Afrika’nın doğu sahillerini dolaşır bir müddet. Buraların garip adetlerinden, insanlarından, yemek ve kıyafetlerinden bahseder. Sonra yine İran, sonra yine hac ve ardından da kitabın otuz ikinci bölümünde nihayet Anadolu.

Anadolu’da kadınların yüzlerini örtmemesini hayretle karşılar Battuta. Halkın esrar içme alışkanlığının oluşundan bahseder birkaç yerde. Alanya’da karaya çıkar, gemiyle gelmiştir buraya. Alanya’dan Antalya’ya geçer. Ahılardan hayretle ve övgüyle bahseder karşılaştığı yerlerde. Anadolu baştanbaşa bu örgütün kollarıyla doludur. Her gittiği yerde ahıların tekkelerinde misafir edilir, ağırlanır. Germiyanoğlu bölgesinde biraz tedirginlik yaşar. Bunların Yezid soyundan olduklarını ve şerli olduklarını söylemişler kendisine. Denizli, Muğla, Konya, Karaman, Aksaray, Niğde, Kayseri ziyaretleri ile devam eder seyahat. Yine ahılıkla (ahilik diye anlıyorum ben, ahı kelimesi mütercimin tercihi) ilgili bir not, tarihlerimizde Ankara’nın fethinden önce de söylendiği gibi, yörede bir idareci yoksa ahılar idareyi ele alıyorlarmış. O dönemde Anadolu çok parçalı bir yapı olduğu için bu hadise çok kere yaşanmış olmalı. Sivas, Erzincan, Erzurum derken o dönemlerde önemli bir merkez olan Birgi’ye varır. Tire, İzmir, Manisa, Bergama’dan sonra Karesioğullarının elinde olan Balıkesir’i de geçerek Osmanlı yurdu olan Bursa’ya ulaşır.

“Bursa’nın sultanı İhtiyarudd’in Urhan Bek’tir [=Orhan Bey] Urhan, Sultan Osmancûk’un oğludur. “Cûk”, Türkçede küçük anlamına gelir. Bu sultan, Türkmen hükümdarlarının mal, ülke ve askerce en büyüğüdür. Onun kaleleri yüze yakındır. Vaktinin büyük bir kısmını buraları dolaşmakla geçirir. Her kalede bir müddet kalarak etrafı kolaçan etmek, eksikleri tamamlamakla uğraşır. Anlatılanlara göre hiçbir şehirde bir aydan fazla oturmaz, devamlı kâfirlerle savaşır, onları kuşatırmış! Zaten onun babası aldı Bursa’yı RumIarın elinden. Onun kabri, şehir mescidinin kenarındadır. Burası eskiden Hıristiyanların kilisesi imiş. Anlatılanlara göre baba Osmancûk, Yeznik [=İznik] şehrini yirmi sene kuşatmış, fethedemeden vefat etmiş. Sonra oğlu kuşatmaya devam etmiş ve oniki yıl sonra fethetmiş. Ben onunla burada karşılaştım. Bana, kese kese dirhem gönderdi.”

Buradan İznik, Geyve, Bolu, Gerede, Kastamonu üzerinden Sinop’a giden seyyah bir süre gemi bekler Kırım’a geçmek için.

Nihayet maceralı bir yolculuk sonrasında Kırım’a ve Deşt-i Kıpçak’a ulaşılır. Bugün Karadeniz’in kuzeyinde bulunan büyük bir alanın yüzlerce yıllık Türk yurdu olduğunu biliyordum fakat detayları okudukça demografik değişim beni hayrete düşürdü. A. Sait Aykut’un dipnotta yazdıklarını aynen aktarıyorum: Deşt-i Kafcak=Deşt-i Kıpçak) ve Kıpçaklar: Kıpçak sahrası diye çevrilen bu kavramla Kıpçakların ve onlardan önce buraya gelip yerleşen yüzbinlerce Kumanın yaşadığı ve zamanla eriyip yerli kavimlere karıştığı Ukrayna bozkırları, Güneybatı Rusya ve biraz da bugünkü Doğu Avrupa kastolunur.İşte, dar manasıyla Deşt-i Kıpçak 11. yüzyılortalarından 13. yüzyılın ilk yarısına; yani Moğol istilasına kadar olan devredeki Kıpçak nüfusunun yayıldığı sahayı ifade etmektedir. Daha sonra Altın Ordu’nun büyümesiyle Deşt-i Kıpçak terimi Yukarı Bulgar Hanlığı’nı, Kuban ve Terek ırmaklarından Derbend’e kadar uzanan Kuzey Kafkasya’yı ve Harizm ülkesini içine alır olmuştur. Önce Kumanlar, Peçenekler, daha sonra Kıpçaklar yüzyıllar boyunca çok büyük bir nüfus kesafetiyle bugünkü Ukrayna, Kırım, Kuzey Kafkasya, Güney Sibirya ve Doğu Avrupa’nın bir kısmında yaşadılar ama diğer coğrafyalarda yaşayan Oğuzlar gibi kalıcı devletlere ve tarihi üne sahip olamadılar; ya Macarlar ve Romenler gibi civar halk ve ülkelerin tarih sahnesine çıkıp krallık kurmalarında ve millet 0lmalarında yardımcı unsur haline geldiler; yahut güneye inip Oğuz kökenli Müslüman imparatorluklarda kumandan, idareci ve bilgin oldular. Zira Kumanların ve daha sonra Kıpçakların tümünü birden kucaklayan ortak bir dini (-veya Haldunyen tabirle asabî) bağ yoktu; onları bir araya getirecek cihangirleri de yoktu. Orada Ruslardan ve diğer yerli ahaliden fazlaydılar fakat ötekilerin arasında eridiler; geriye bölge halkının genlerine sinmiş uzun boyluluk, düzgün en dam, açık renk ten ve açık renk göz bıraktılar; çevre halkların nesillerine renk kattılar. Eğer bu büyük grup, egemen bir millet olma halini yaşayabilse ve çevre kültürlere direnebilseydi bugünkü Rusya ancak küçük bir prenslik; Litvanya benzeri minik bir devlet olarak varlığını devam ettirecekti. Zira Kuman-Kıpçakların torunları, Güney Sibirya’dan Kafkasya ve Karadeniz’e uzanan bu muazzam alana hakim tek güç olarak Avrupa devletlerini korkutmaya devam edeceklerdi.

Burada, başka bir kitapta da okuduğumu düşündüğüm bir yere rastladım. Türkler tatlı bir şey yemezler diyor Seyyah. Genelde çorbamsı yemeklerle besleniyorlar anlattığına göre.

Deşt-i Kıpçak bölgesinde Altınordu Hanı’nı gören Battuta ondan ve maiyetinden uzun uzadıya bahsetmiş. Bulgaristan’a yöneldikten sonra Sibirya’ya geçmek istemiş. Sibirya’dan ‘Karanlıklar Ülkesi’ olarak bahsediyor. Faydası az, yorgunluğu çok olacağı için vazgeçmiş. Bu mıntıkada son olarak Astrahan şehrini de gördükten sonra İstanbul’a seyahat için sultandan izin istemiş.

“Ruslar, Hıristiyandırlar. Kızıl saçlı, gök gözlü, çirkin yapılı, zalim adamlardır” diye bahsetmiş Ruslardan.

İstanbul seyahatini Altınordu Hükümdarının hanımlarından birisinin maiyetinde gerçekleştiriyor Battuta. Bu hanım bir Rum prensesi olduğu için seyahatin bir noktasından sonra yani Bizans topraklarına girdikten sonra şarap ve domuz serbest oluyor kafilede. Sadece Battuta ve birkaç samimi Müslüman ibadete devam ediyorlar. İstanbul’da da İmparator tarafından ilgi görüyor seyyah. Şehri gezip kendince bilgiler ediniyor.

İstanbul’dan sonra aynı güzergâhtan Altınordu ülkesine dönen seyyah Saray, Harizm, Buhara, Semerkant rotasını tutturuyor bu defa da.  Buhara’nın bir zamanlar bu bölgenin merkezi konumunda olduğunu ve fakat Cengiz’in tahribatından sonra kendine gelememiş olduğunu söylüyor. Horasan ve Afganistan’a doğru yola devam ediyor ardından seyyah. Bu son bölümlerde anlatılan olaylar, Çağatay hanlığı ile alakalı. Bu hanlıkla ilgili tarihte çok bilgi olmadığını, bazı konularla ilgili yegane kaynağın seyahatname olduğunu söylemiş mütercim.

Afganistan seyahati ile 37 bölüm, 580 sayfa tamam olmuş oldu. Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan İbn Battûta Seyahatnamesi’nin birinci cildi, A. Sait Aykut’un çeviri, inceleme ve notlarının rehberliğinde sona ermiş oldu.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir