Rubailer [Ömer Hayyam]

Rubailer’i nereden bulduğumu hatırlamıyorum. Bir zaman, bir sahafta görüp aldım ama ne zaman? 1963 basımı bu kitabın dönüp dolaşıp Malatya’da bir sahafa düşmesi ne kadar ilginç değil mi? Uzun yıllar seyahat etti, elden ele dolaştı. Üzerinde hiçbir iz, işaret yok. Eski kitaplarda iz bulmayı daha çok seviyorum halbuki. Onu ilk okuyanların düştüğü notlar, belki bir iki karalama. Yıllar önce yine böyle eski bir kitap almıştım: “Roma Hukuku” 60’lı yıllarda ders kitabı olarak okunmuş bir kitap. Kitaptaki notları detaylı bir şekilde okudum, kitabın sahibini buldum. Asıl sahibi olmasa da kitabın içindeki notlarda geçen isimlerden biriydi bulduğum. İstanbul’da özel bir üniversitede profesör. Bir e-posta mesajıyla durumu anlattım, kitabın bende olduğunu, isterse karşılık beklemeden kendisine yollayabileceğimi söyledim. Cevap geldi, bir adres veriyordu. Beni bu kadar duygulandıran kitap 50 yıl öncesinin öğrencisinde nasıl duygular uyandıracaktı diye merak ediyordum, ne yalan söyleyeyim. Nezaketen bir teşekkür mesajıyla bile yetinebilirdim fakat maalesef hiçbir yanıt gelmedi. O yüzden sadece kendime saklamaya karar verdim bundan sonraki duygularımı. Bir de buradan yayınlıyorum işte, hoşuna giden okur.

Rubailer iki kitaptan oluşuyor. Birinci bölümünde Yahya Kemal’in kendi Rubaileri var. Birinci kitap diyeyim, ayrı iki kitabı birleştirmişler gibi. İkinci kitaptaysa Hayyam rubaileri var. Yahya Kemal’in rubaileri, çeşitli isimlere atfedilmiş. Nihad Sami Banarlı, Dede Efendi, İhsan Kongar gibi isimler var. Rubailerde ise rintlerin hayatı diyebileceğim bir anlatım tarzı var. Peymaneler yıldızlara yükseliyor, rintlerin akşamı olmuş son fasıl dinleniyor.

“Bilmem kime yahut neye uyduk gittik

Gâhi meye gâhi neye uyduk gittik

Erbab-ı zeka riyayı mezhep bildi

Bizler dil-i divane’ye uyduk gittik”

“Ahir ne bu cûşiş ne bu eyyâm kalır

Hatırda ne canan ne serencam kalır

Son faslımızın şâm-ı garibânında

Gül devrini hatırlatacak câm kalır”

Yahya Kemal’in rubailerinden sonra Hayyam rubaileri kitabı başlıyor. Rubailerin başında Farsça yazılışlarına da yer verilmiş. Ömer Hayyam rubailerinde dünyanın güzellikleri, şarap ve aşk konularını işliyor bilindiği gibi. Mey satan kimsenin aklına şaşıyor, sattığı şeyden daha iyi bir şey alamayacağı için. Tanrı’ya sesleniyor, tasavvuf edebiyatında bazen rastladığımız tarzda, iyiliği kötülüğü de halk eden hem çare bulur bunlara hem de insanlara isnat eder diyor mesela.  Başka bir rubaide de Yezdan bizi balçıktan yaparken ne fiiller işleyeceğimizi de takdir etmiş, niye yaksın ki diye soruyor.

“Efsûs ki mevsim-î civânî geçti

Kış geldi bahar-ı şâdmânî geçti

Eyvah şebâbet denilen mürg-i tarab

Biz farkına varmadık pek ânî geçti”

Gençlik adlı şarkı biz farkına varmadan ne çabuk geçti diyor Hayyam yukarıdaki rubaisinde. Sonu yokluk olacak bir hayat için dert etme bir şeyi diyor kendi kendine, mest ol, taze güzellerle neşelen, saf şaraptan elini çekme diye öğütlerini sürdürüyor. Cenneti, cehennemi gören yok, boşuna korkmana gerek yok sözleriyle de kendisine küfür isnat edenlerin ellerine koz veriyor. Tabi bilemeyiz Hayyam’ın dini düşüncesini, vicdanını fakat oldu bitti eleştirilmiştir bu konularda.

Hayyam rubaileri ile devam eden kitap Nihad Sami Banarlı’nın kitabın hazırlık aşamalarını anlattığı bir bölümle sona eriyor. Bu bölümde Banarlı, Yahya Kemal’in bu rubaileri Türkçeleştirmek için ne kadar uğraştığını, çalışma aralarında okuyarak dinlence haline getirdiği rubailerin nasıl zamanla farklı bir çalışma haline geldiğini anlatıyor. Elimdeki kitap, 1963 yılında Yahya Kemal Enstitüsü tarafından basılmış. Toplamda 100 sayfayı geçiyor. Ruhun şad olsun Yahya Kemal diyorum. Üniversite yıllarımda önünden sık sık geçtiğim o kabrinde umarım her seher bir gül açıyor, her gece bir bülbül ötüyordur.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir