Gülün Adı [Umberto Eco]

Gülün Adı‘ndan bahsetmeden önce kişilerden bahsetmek istiyorum. Kimin kim olduğu başlarda bayağı bir kafamı yordu, o yüzden benden sonra okuyacaklar için ufak bir “kim kimdir” listesi çıkardım. Öncelikli olarak bizim adamlarımız, kitabın kahramanları William ve Adso. William bir Fransisken rahip. Adso ise onun yanında dolaşmasının eğitici olacağını düşünen soylu babası tarafından William’a çömez olarak verilmiş bir rahip adayı. Olay 1327 yılının Kasım ayında geçen 7 günü içeriyor. Bizimkiler o dönemin güç odaklarından birisi olan Fransisken tarikatına mensuplar. Dönemin güçlü krallarından Ludwig’in desteklediği bir tarikat. Dolayısıyla William da Ludwig taraftarı. Taraftarlıktan niye söz ettim, durun ileride anlatayım. Şimdilik kişiler. Manastırımız Fransisken değil, Benedikten tarikatına ait bir ibadethane kompleksi.

Abbone: Manastırın başrahibi.
Malachi: Manastırın kütüphane sorumlusu. Kütüphanecinin daha sonra başrahip olması Manastırın geleneği.
Berenger: Kütüphaneci yardımcısı, aynı zamanda Adelmo’nun arkadaşı (rivayete göre aşığı).
Adelmo: Kitap kenarlarını süsleyen yetenekli bir genç.
Venantinus: Yunanca ve Arapça çeviriler yapıyor. Aristo hayranı.
Severinus: Manastırın bitkibilim uzmanı. Bir nevi doktor.
Aymaro: Kitapları kopya ediyor. Alaycı bir kişiliği var.
Jorge: Kör ve yaşlı. Manastırın en yaşlı ikinci kişisi. Gülme düşmanı. Çoğunlukla ona günah çıkarıyor diğer rahipler.
Benno: İskandinav rahip. İtalyanlardan korkuyor. Okuma aşkı çok fazla.
Ubertino: Yaşlı bir dini lider, kanaat önderi. Yazdığı bir kitap Papa’nın hoşuna gitmediği için kaçmış. Manastırda saklanıyor.
Salvatore: Meczup. Kilercinin yardımcısı. Ne konuştuğu pek anlaşılmıyor.
Nicola: Başcamcı. Cam işleriyle uğraşıyor. Manastırın eski rahiplerinden.
Alinardo: Manastırın en eskisi. Doksanını devirmiş. İhtiyar rahip.
Remigio: Kilerci. Pek muteber görülmüyor mıntıkasında.

Önemli tipler bunlar. Başka isimler de var Rabano, Magnus, Pacifico filan fakat bu saydıklarım kadar önemli değil. Bir de Papa taraftarları ile İmparator yanlılarının buluşması olayı var, isimler havada uçuşuyor. Bir tek Michele ile Bernardo kaldı aklımda. Michele bizimkilerden taraf, Bernardo ise zalimin biri, Papa’dan taraf.

“Her şeyde erinç aradım, ama hiçbir yerde bulamadım; bir kitapla çekildiğim köşeden başka.”

“Çok önemi var, çünkü biz burada, kitaplar arasında, kitaplarla birlikte, kitaplara göre yaşayan insanlar arasında ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz; bu nedenle onların kitaplar üstüne söylendikleri sözler de önemlidir.”

Olaylar bir kütüphanenin etrafında geçiyor hep. Hıristiyan âleminin tüm bilgisinin toplandığı koca bir kütüphane. Bir labirenti andıran kitaplığın kullanımı ise izine bağlı. Aşağıda yaptığım alıntıda da görüleceği gibi, bilginin öyle herkese açılmaması gerektiğine inanılıyor. Doğruluğu uzun uzun tartışılabilecek bir önerme fakat daha başka o kadar çok şey tartışılmış ki kitap boyunca, buna sıra gelmemiş.

“Ama çoğu kez bilgi hazinelerinin saf kimselere karşı değil, tersine başka bilgili kimselere karşı korunması gerekir. Bugün gerçekten de doğaya yön verebilecek birçok makineler yapılıyor, bir gün sana bunları anlatırım. Ama bu makineler, onları dünyasal güçlerini artırmak ve mal açlıklarını doyurmak için kullanacak insanların eline geçerse vay halimize. Duyduğuma göre Cathay’da bir bilgin ateşe değince büyük bir patlama ve yangına yol açarak çevresinde, kilometrelerce uzaklıktaki her şeyi yakıp yıkan bir toz bulmuş. Irmakların yatağını değiştirmek ya da tarım alanları açılması gereken yerlerde kayalıkları parçalamak için kullanılacak olursa olağanüstü bir buluş. Ama ya birisi çıkar da onu düşmanlarına zarar vermek için kullanırsa?”

“Bir insanı sırf bu-ba-baf demek için öldürmek korkunç bir şey olurdu!” “Bir insanı, Credo in unum Deum (Bir Tanrı’ya inanıyorum) demek için öldürmek de korkunç bir şey olurdu…” dedi William.”

“Başrahip bir an bocaladı. “Niçin,” diye sordu, “Şeytani nedenlere değinmeksizin suç sayılan eylemlerden söz etmekte direniyorsunuz?” “Çünkü nedenler ve sonuçlar konusunda yargı yürütmek çok güç bir şeydir; kanımca bunun tek yargıcı Tanrı olabilir; kömür olmuş bir ağaç gibi apaçık bir sonuçla onu yakan yıldırım arasında bir bağıntı kurmakta bile zorluk çekerken, kimi zaman sonu gelmez neden, sonuç zincirlerinin izini bulmak, gökyüzüne değer bir kule yapmaya çalışmak kadar aptalca görünüyor bana.”

“Olayları olduğu gibi yansıtan öykümün başında da söylediğim gibi, konuşmaları bir yanda İmparator’u Papa’yla, öte yanda Papa’yı, Perugia Ruhani Meclisi’nde, uzun yıllar sonra da olsa, Tinciler’in, İsa’nın yoksulluğuna ilişkin tezlerini benimseyen Fransisken’lerle karşı karşıya getiren ikili çekişmeyle; aynı zamanda Fransisken’leri imparatorlukla birleştiren, Ermiş Benedikten tarikatına bağlı rahiplerin bana hâlâ karanlık görünen araya girişiyle -bir karşı çıkışlar ve bağlaşıklar üçgeninden- artık bir dörtgene dönüşmüş olan olaylar dolantısıyla ilgiliydi.”

“Tanrı’nın kullarının, çobanlar (yani kilise mensupları), köpekler (yani savaşçılar) ve sürü, halk, diye ayrıldıklarını birçok kez işitmiştim. Ama bu tümcenin birkaç biçimde söylenebileceğini daha sonra öğrendim. Benediktenler sık sık üç değil, iki büyük bölümden söz etmişlerdi; biri dünyasal şeylerin yönetimi, ötekiyse göksel şeylerin yönetimiyle ilgiliydi. Dünyasal şeyler bakımından din adamları, derebeyleri ve halk olmak üzere geçerli bir bölümleme vardı, ama bu üçlü bölümlemenin üstünde Tanrı’nın kulları ile gökyüzü arasında doğrudan bir bağ olan ordo monachorum’un varlığı egemendi; rahiplerinse, bilgisiz ve yoz, sürünün artık iyi ve sadık köylülerden değil, tüccar ve zanaatçılardan oluştuğu kentlerin çıkarlarını düşünen papaz ve piskoposlardan oluşan laik din adamlarıyla hiçbir ilişkileri yoktu. Basit İnsanların yönetiminin laik din adamlarına bırakılması, bu yönetimin kesin kuralının saptanması rahiplere ait olduğu sürece, Benedikten tarikatının hoşuna gitmiyor değildi; rahipler, tüm göksel erkin kaynağıyla doğrudan iletişim içinde oldukları gibi, tüm dünyasal erkin kaynağıyla, yani imparatorlukla da doğrudan iletişim içindeydiler. Kanımca, birçok Benedikten rahibinin (piskoposlar ve tüccarların bir arada oluşturdukları) kent yönetimine karşı, imparatorluğa yeniden saygınlık kazandırmak için, düşüncelerini paylaşmadıkları, ama Papa’nın aşkın gücüne karşı imparatorluğa iyi tasımlar sağladığı için, varlıkları kendilerine yararlı olan Tinselci Fransiskenleri korumayı kabul etmelerinin nedeni budur.”

Kent bugün sizin, bizim çobanı olduğumuz, Tanrı’nın kullarının yaşadıkları yerdir. Zengin din adamlarının yoksul ve aç insanlara erdem üstüne vaaz verdikleri bir rezillik yeridir. Patarenlerin çıkardıkları karışıklıklar bu durumdan doğmuştur. Hüzünlüdür Patarenler, ama anlaşılmaz değildirler. Katarlar daha başkadır. Onlarınki, kilise öğretisinin dışında bir Doğu sapkınlığıdır. Onlara yorulan suçları gerçekten işlemiş ya da işlemekte olup olmadıklarını bilmiyorum. Evliliğe karşı olduklarını, cehennemi yadsıdıklarını biliyorum. İşlemedikleri birçok suçun, yalnızca savundukları (kuşkusuz iğrenç) düşüncelerden ötürü onlara yüklenmiş olup olmadığını soruyorum kendi kendime.”

Ortaçağ tarihi hakkında bilgi edinmek isteyenler için, Gülün Adı, muazzam bir kaynak. Olaylar 1327 yılında geçiyor. Papa, Roma’yı terk etmiş ve bir Fransız kenti, Avignon’a yerleşmiş. İsa’nın yoksulluğu konusunda fikirleri olan tarikatlara düşman kesilmiş durumda zira Papalık gün geçtikçe zenginleşiyor. İsa Aleyhisselam’ın yoksul olduğu fikri insanların bu zenginliği sorgulamasına sebep olacak. Bu fikri savunan tarikatlar kendilerine güçlü prenslerden yandaşlar buluyorlar. Prensler de bu din adamlarını siyasi emelleri için destekliyorlar bir yandan. Olaylar böyle düşünsel olarak gerçekleşmiyor tabi ki. İsa’nın yoksulluğu diyerek abartıp sağa sola saldıran aşırı tipler şehirleri basıp insanları öldürüyor. Yakalandıkları zamansa işkencelerle öldürülüyorlar. Avrupa kan gölü anlayacağınız. Bizim manastırdaysa işin fikri çerçevesi çiziliyor sürekli. Meraklı Adso’nun sorup öğrendiklerinin yanında rahiplerin kendi aralarındaki konuşmalarından da olayların gidişatını öğrenebiliyorsunuz. Çok alıntı yaptım kitaptan fakat 700 sayfa civarındaki hacme oranla az sayılır. Çok önemli birçok mevzuyu da okuyacak olanlara bıraktım. Gülme konusundaki derin tartışmalardan manastırdaki kutsal emanetlere kadar zevkle okunacak o kadar çok şey var ki okuyucu için.

“Sapkınlara gelince, onlar için tek bir kuralım var; Citeaux Piskoposu Arnald Amaralicus’un, sapkınlığından kuşkulanılan Beziers kenti yurttaşlarını ne yapacaklarını kendisine soranlara verdiği yanıtta özetleniyor bu kural: ‘Tümünü öldürün! Tanrı, kendinden yana olanları tanır.’”

“Yatağıma yatarken, babamın beni dünyayı dolaşmaya göndermemesi gerektiği, dünyanın sandığımdan daha karmaşık olduğu sonucuna vardım. Gereğinden çok şey öğreniyordum. “Salva me ab ore leonis,” diye dua ettim uykuya dalarken. (Beni aslanın ağzından koru.)”


Kütüphanede dolaşırken birçok İslam bilgini ile de karşılaşıyor insan ister istemez. Batının yükselişinden önceki zamanlarda ne durumda olduğunu az çok gözlemleyebiliyorsunuz. Düşünce dünyasını kaynaştıran birbirinden farklı fikirler, kilit altında kitaplar, kitapların arasında İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Hazm gibi tanıdık isimler (onlara göre kafirler), sermaye birikiminin büyük bir güç olmadan önceki durumu. Henüz coğrafi keşifler yapılmamış, Avrupa’ya deli gibi altın akışı yok fakat yine de altın için dökülen kanlar başka meselelerle kamufle ediliyor.

“Son olarak, büyük İbni Sina’nın alıntılarını okuyunca durumumun ciddiliğinden kuşkum kalmadı. İbni Sina aşkı, insanın karşı cinsten birinin yüz çizgilerini, el kol devinimlerini ve davranışlarını durup durup düşünmekten doğan sürekli bir hüzün düşüncesi olarak tanımlıyordu (İbni Sina durumumu ne canlı bir gerçeklikle betimlemişti!): Bir hastalık olarak doğmuyordu, ama doyurulmazsa bir saplantıya dönüşüyordu.”

Teşekkür faslına geçmeden önce İhsan Oktay Anar’dan bahsetmek istiyorum. Roman o kadar güzel, derinlikli, etkileyiciydi ki. Bizde böyle yazar kim var diye düşündüm ister istemez ve aklıma hemen Anar geldi. Şükür ki böyle bir yazar yetiştirmişiz dedim hemen ardından. Derinlik olarak Eco’dan aşağı kalmayacağını düşünüyorum Anar’ın. Teşekkür faslına geçiyorum; 700 sayfa civarındaki bu hacimli eser için öncelikli olarak Şadan Karadeniz’e teşekkür etmemiz gerekiyor dilimize kazandırdığı için. Çeviri romanlarda en büyük teşekkürü bu kadar zorlu bir uğraşı göğüsleyenler hak ediyor tabi ki. Sonra Can Yayınları’na ve tabi ki –toprağı bol olsun- Umberto Eco’ya. Felsefeden, Ortaçağdan, tarihten, okumaktan… sıkılmayanlar için mükemmel bir eser.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir