Gözcü

Vaktiyle rahmetli Hüseyin Kartal’ın zoruyla bir hikaye yazmıştım Ezcümle dergisi için. Üzerinden hayli zaman geçtiğine göre buraya almamda bir sakınca olmayacağını düşündüm.

GÖZCÜ

Gidiş…

Gözcü soğuk taşların üzerine elini yerleştirerek, görebildiği kadarıyla uzakları taramayı sürdürdü. Aysız gecede görüş alanı kısıtlı, dünya zifiri karanlık. Biraz sonra uzak ufuklarda tanyeri ağarmaya başlayacak, güneşin henüz yüzünü göstermediği saatlerde kalede yavaş yavaş hareketlilik artacaktı. Şimdiden bazı kıpırdanmalar hissediliyordu. Fırın yanmış, askerin sabah çorbasının yanında yiyeceği ekmekler pişmeye başlamıştı bile. İç kaleden buraya gecenin bu en karanlık, sessiz anında dahi ekmek kokusu gelemezdi ama Gözcü acıkmaya başladığını hissediyordu. Silkindi. Kalenin batı surlarından olabildiğince geniş bir açıyla yine görebildiği kadar ufku taradı. Hareketsiz kalıp kulaklarını kabarttı. Asayiş berkemal. Zaten bu zamanda herhangi bir saldırı beklenmiyordu. Kalenin ve diğer kalelerin fethinden sonra kâfirin içine korku düşmüş, barış için elçi üstüne elçi gönderiyordu. Şanı büyük padişah ordunun başında sefere çıkmış, bu kale gibi bir nice kaleyi fethetmiş, kale halkına aman vermiş, dileyenin eski hayatına devam etmesi, dileyenin de malını mülkünü alıp göç etmesi hususunda özgür bırakmıştı. Kalenin kilisesini de camiye çevirmiş yalnız duvarları çevreleyen İsa-Meryem resimleri ile girişte bulunan heykellere dokunmamıştı. Gözcü’ye kalsa bu heykellerin hepsini kaldırıp atar, resimlerin de üzerini boyardı ama irade-i şahane ’ye itiraz etmek kimin ne haddineydi. Düşüncelerinden sıyrılıp yine etrafa kulak kabarttı. Üzerinde yürüdüğü tahta yolda oluşan muntazam gıcırtılar önce daha da yükseldi, sonra da tamamen sustu. Artık karanlığa iyice alışmış gözlerini biraz kısarak yine aynı tarama işlemini yaptı. Uzaklardan gelen bir kurt uluması, ağaçların yapraklarının birbirlerine değerken çıkardığı hışırtı, kalenin hemen yanından geçmekte olan nehirden gelen akıntı sesleri, diğer taraflarda nöbet tutmakta olan arkadaşlarının eskimeye yüz tutmuş ve belki de muhasara sırasında zarar görmüş tahta yollar üzerinde yürürken çıkardıkları gıcırtı, yine aynı arkadaşların yürürken üzerlerindeki kılıç, kalkan ya da palaların birbirlerine değerken çıkardığı düzensiz şakırtılar, bunlara nispeten daha yakındaymış gibi gelen bir baykuş sesi… Asayiş berkemal. Gözcü tekrar mutat yürüyüşüne başladı. Yaptığı işin öneminin farkındaydı. Lakin bu baharda Edirne’den başlayan sefer; Padişah hazretlerinin ordunun başında oluşu, kâfirin yürüyüşün önüne geçme çabaları, muharebeler ve muhasaralarla renklenmiş, şimdi bu kalede bulunuşu fiziki olarak rahatlık sağlamış olsa da hareketsizlikten canı sıkılmıyor değildi hani. Küffarı uzun süre kendilerine gelemeyecek şekilde mağlup etmemiş olsalardı, barış şartları için neredeyse yalvaracak halde elçiler gelmeselerdi Gözcü bu tekdüzelikten kurtulacağı için sevinecek ya da en azından şu an verilen görevi yaparken kalp atışları daha bir hızlı olacaktı. Yine durdu. Uzaktan, İstanbul’un olduğu yerden belli belirsiz bir aydınlık yavaş yavaş ovanın üzerine doğru yayılıyordu. Birazdan çok açık mavi renk kızıla boyanacak ardından da bir süredir müşahede ettiği gibi tabiat uyanmaya başlayacaktı. Kendisinden nöbeti devralacak olan arkadaşı şu anda muhtemelen uyanmış, abdest almaktadır. Namazını kıldıktan sonra gelip Gözcü’ye de namaz kılabilmesi için yeterli zaman bırakarak ufukları tarama işini kesintiye uğratmaksızın devam ettirecek. ________________________________________

Dönüş…

Gözcü çalıların arasından gelen bir çıtırtıyla yerinden sıçradı. Aklına gelen ilk şey gecenin nemli oluşunun barutu ıslatıp ıslatmadığıydı. Hemen ardından besmeleyi çekip tüfeğinin dipçiğini omzuna yasladı. Gece bulutlarla kararmış, gece soğuk, gece korkunç bir yalnızlık ve çaresizlik duygusuyla dopdolu. Akşamdan beri süren yağmur bir süreliğine duralamış, ıslak elbiselerine vuran rüzgâr Gözcü’yü titretiyor. Dişleri korkudan mı yoksa soğuktan mı yoksa açlıktan mı birbirine vuruyor kendi de farkında değil. On arabalık kafile bulduğu bir boşlukta mola vermiş, güya uyuyacaklar. Gözcü’ye kalsa hiç durmadan yola devam edecek ama hayvanlar buna dayanamayacağı için biraz dinlenmeye mecburlar. Birkaç gün oldu yola çıkalı ve zaruri birkaç durum haricinde -yakılmış bir köyün yanından geçerken acaba hayatta kalan olmuş mu diye bakmak için ya da yola dayanamayıp zatürreden ölen üç aylık bebeği toprağı bir karıştan fazla kazıp oyalanma riskini almadan gömmek için- hiç durmadılar. Yağmur hızlandı. Gözcü tüfeğine baktı, ıslanmasın diye çakmağı çıkarıp cebine koydu. “Islanmasa ne olacak ki” diye aklından geçirmeden edemedi. Rus destekli Bulgar çetelerinin hiçbirinde böyle atadan kalma çakmaklı tüfek bulunmuyor. Hepsinin elinde en son model tabanca ve tüfekler var. Karşılarına bir çete çıksa kurtulma ihtimalleri yok. Kadınlar namusları kirlenmeden canlarına kıysınlar diye yanlarında bulundurdukları hançerlerin kabzasından ellerini çekmeden yapıyorlar yolculuklarını. Hiçbirisi kendini savunmaya kalkışmayacak. Erkekler keza ümitle ümitsizlik arasında bir yerde, bazen sonrasında ne olacağını düşünmeden Edirne’ye ya da belki İstanbul’a varmanın hayalini kuruyorlar ama daha çok küçük kafilenin çete baskınına uğrama ihtimaliyle dışarıya belli edip etmediklerini umursamadan korkuyla titriyorlar. Gözcü geçirdiği son birkaç ayı düşündü. Doğduğu, büyüdüğü ata-dede toprağının nasıl da gözünde yabancılaştığını, üzerindeki baskının gerek Bulgarlar tarafından, gerekse gelen katliam haberleriyle olsun nasıl arttığını, sıranın kendisine ve ailesine gelmeden önce bir şeyler yapması sorumluluğunu hissedişini ve kendisi gibi düşünen birkaç komşusuyla birlikte toprağını, davarını, evini, barkını, çocukluğunu, gençliğini ani bir kararla geride bırakarak adeta kaçar gibi yola koyulmasını düşündü. Bir çıtırtı daha duydu. Düşüncelerinden sıyrılarak cebinden çıkardığı çakmağı tüfeğine yerleştirdi. Korkuyla etrafa bakındı yine. Bu yağmurlu ve soğuk gecede çetecilere rastlama ihtimali belki azdı ama… Bütün kafileyi ihtar etmek istermiş gibi gök gürledi. Arka arkaya birkaç gürlemeden sonra bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Gözcü yağmurda ilerlemek ya da biraz daha hayvanları dinlendirmek arasında ikilemde kaldı. Sonra arabaların arasında dolaşmaya başladı. Kader arkadaşlarına usulca dokundu. Kimse uyumuyordu. “Yola çıkalım” dedi. “Çıkalım” dediler.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir