Gölgesizler [Hasan Ali Toptaş]

Ne zamandır böylesine güzel ve etkileyici bir roman okumamıştım. İnsanın ara sıra böyle nefes alması da gerekiyor. Her zaman bir şeyler öğrenmek arzusuyla hareket ettiğiniz zaman ister istemez bir yorgunluk oluyor. Gölgesizler tam da böyle bir vakitte gelip beni dinlendirdi.

Önce Hasan Ali Toptaş’tan bahsedeyim. Denizli’nin bir ilçesinde doğmuş büyümüş, görünüşte sıradan bir vatandaşımız kendisi. Uzun yıllar devlet memuru olarak görev yapmış, hem de öyle müdür, başkan olarak değil, icra memuru olarak. Bu esnada değişik dergilere yazarak sesini duyurmaya çalışmış. Neyse ki duyanlar olmuş da sayelerinde bizler de okuyabilmişiz bu yazarı. Kelimelerle oynuyor yazar, kelimeler birer cisim olsa, mahir bir telekinetik gibi hepsini kaldırıp dans ettirecek sanki gökyüzünde. Anlattığını yaşıyor, yaşarken hayattan kopup kurgunun içine doğru seyahate başlıyorsunuz. Böyle bir şey işte, anlatamıyorum, okumak lazım. Türkiye’nin Gabriel Garcia Marquez’i dersem abartmış olmam sanıyorum. Toptaş’ı okurken bir an Marquez’i okuyormuş hissine de kapılmadım değil.

“Boyacı, kış boyunca kirmanlarda bükülen yünleri; bayrak alına, cennet yeşiline, boncuk mavisine ya da zindan karasına boyuyorum diye Nuri’nin yokluğuna boyamıştı bu yüzden.”

“Şafak sökerken, sabah ezanından kopmuş heceler gibi yavaş yavaş dağılmıştı toplananlar; alacakaranlık sokakları geçip evlerine varmış ve kuş uykusuna yatmışlardı.”

“Susuyordu Cennet’in oğlu. Öyle derin susuyordu ki, sessizliği muhtarlık odasının duvarlarından sızıp dışarı taşıyor, köy meydanında gündüzden kalan ne kadar ses varsa hepsini silip geçiyordu.”

“Ola ki köylüler büyük bir titizlikle gizliyordu yoklar sürüsünü, herkes kendi yokunu sessizce besliyordu. Bu konuda her insanın kendine özgü bir yöntemi vardı belki; sözgelimi, kimi geceler boyu düş yedirirken kimi ninni içiriyordu yokuna, kimi türkülerle masallarla besliyordu, kimi sessizliğiyle büyütüp sesiyle uyutuyordu, kimi de kendini yediriyordu yiyecek diye, giyecek diye kendini giydiriyordu.”

“Şişe boğazına kadar doluydu henüz, ama sohbet koyulaşmıştı anlaşılan, el kol hareketleri hızlıydı ve bıyığa boğulmuş üç ağız sigara dumanı saça saça sürekli açılıp kapanıyordu.”

“Cennet’in oğlu kendini kendi varlığında yok etmişken, gerçekten kadının dediği gibi bir kez daha yok olmuşsa durum kötüydü. Bu işin sonu yavaş yavaş köyün tamamen yok olmasına dek gidebilirdi. Belki köy zaten yoktu da bunu kimse anlayamıyordu henüz; köylülerin hepsi alışmıştı yokun varlığına… Onunla yaşaya yaşaya o olmuşlardı ya da, ona tenlerinin rengini, seslerini, kokularını vermişlerdi. Böylece nefeslerini bile günden güne yoka ayarladıklarını hiç kuşkusuz fark edememişlerdi. Ola ki, birbirlerinin yok olduklarını da bilmiyorlardı. Muhtara göre, artık ne yapılırsa yapılsın bir işe yaramayacaktı. Her şey için çok geç kalınmıştı… Köy tamamen yok olmadan sezilip bilinebilseydi, bazı çareler aranabilir, belki de bulunabilirdi. Oysa şimdi çoluk çocukla birlikte toprak damlar, hayvanlar, avlular, ağaçlar, hatta ses gibi, koku, gülüş ya da acı gibi şeyler de büyük bir yokun içindeydi. Üstelik bütün bunlar kendi yokluklarının içinde, yıllardan beri yok olduklarından habersizdiler…”

“Bazen bir kere bile haykırmadan akşam karanlığı çökene dek öylece bekliyor, sonra ya kalkıp gidiyor, ya da yıllardır kimseye sezdirmeden içinde uyuz bir köpek besliyormuş da şimdi ona dönüşmüş gibi kapının önüne kıvrılıp uyuyakalıyordu.”

“Daha Ramazan’ın öldüğünü bile bilmiyor o. Bu yüzden Ramazan onun gözünde hâlâ yaşıyor… Hâlâ ata biniyor yani, hâlâ yiyip içiyor, yürüyor, koşuyor, gülüyor, ya da ne bileyim, düğünlerde keşkek dövüp halay çekiyor… Kimi zaman bunu düşündükçe, artık muhtar dönmese, diyorum içimden; dönmese de Ramazan hiç değilse onun gözünde yaşayıp dursa… Halay çekiyorsa çekse hani muhtar ölene dek, keşkek dövüyorsa dövse, gülüyorsa gülse…”

“Ola ki benden sonrasındaydım ben, henüz yoktu kahvedeki adamlar, ben çıkıp gittikten sonra geleceklerdi tek tek, aynı yerlere oturacak ve aynı bardaklarla çay içip uyuklamaya başlayacaklardı. Belki de boş bir masaya bakacaktı boş boş bakanlardan biri; orada, gözü kaşı bana benzeyen bir insan gördüğünü sanıp bir an irkilecekti… O bir anlık irkiliş miydim ben? Ya da insan, bir anlık irkilişten doğmuyor muydu zaten, macerası o noktadan başlayıp gelmiyor muydu?”

“Yoktum sanki gözlerinde; ellerim kentteki milyonlarca elin salınımından devşirilmiş bir uzantıydı sözgelimi, yüzüm yüzlerce yüzün kayıp bir yansısı ya da merdivenlerdeki duruşum binlerce kez paylaşılan bir duruşun uzak bir kalıntısıydı.”

2009 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan roman 232 sayfa.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir