Göğü Delen Adam – Papalagi [Erich Scheurmann]

İnsanın kitap okuma sıklığı yüksek olmalı. Haftada bir, haftada iki, günde bir… Sürekli artarsa bu meşguliyet işte böyle kitaplara rastlama imkânı/ihtimali de artıyor. Uzun zamandır not defterimin bir köşesine yazdığım bu kitabı geçenlerde bir arkadaşımın elinde gördüm. Sağ olsun hediye etti hemen bana. İşte mükemmel bir kitaba ulaşılması için aşılması gereken merhaleler bunlarmış dedim içimden. Takip etmek, sürekli okumaya devam etmek.

Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Kitapta yazılanların kabile şefi Tiavea’lı Tuiavii’nin anlattıkları olduğuna başta inanmamıştım. Kitabı okurken fark ettiğim nokta bakış açısının orijinalliği oldu. Yani bu kadar safiyane bir bakış açısı içeriden birine ait olamaz. Dışarıdan bakan birisi ancak bu kadar net olabilir. Kabul edelim etmeyelim bütün dünya insanları artık Avrupalı olmuş durumda. Avrupalı gibi yaşayan, Avrupalı gibi düşünen insanlarız. Kabile şefi Tuiavii ise Avrupa’yı tanımadan uzun yıllar yaşamış ve Avrupalıları tanıdıktan sonra dışarıdan bakabilmiş bir insan. Bu açıdan düşünceleri çok önemli. Üstelik bu anlatım geçtiğimiz yüzyılın başındaki Avrupa içindi. O günden sonra dünyanın neredeyse tamamı Avrupalı haline geldi fakat anlatılanlar hala geçerliliğini koruyor.

Kitap Avrupalı bakış açısının sakatlıklarının en önemli birkaç yönünü sunuyor bize. Her bölümde başka bir hastalıktan bahsediliyor. Birincisi örtünme hastalığı. Tuiavii’nin Avrupalılarda gördüğü ilk hastalık örtünmesi. Ayakları sürekli kapalı olan insanların bir zaman sonra koşmayı unutmalarından, vücutlarını güneşten mahrum bırakmalarından bir hastalıkmış gibi bahsediyor. Tabi ben bunu onun Polinezya’daki ılıman iklime alışıklığına yordum. Şu an Aralık ayındayız ve rahmetli Tuiavii burada örtünmeden dolaşsaydı ne olurdu bilemiyorum. Genel olarak giyinmenin dışında kişilerin giyinme alışkanlıklarına da değişik bir şekilde bakmış şef. Kadınların özel günlerinde sırtlarını ya da başka yerlerini açmalarının edepsizlik sayılmamasını anlayamamış. Ya hep aç ya hiç açma diyor. Özel günü mü olur bu işin. Renklerin kullanımının sınırlı oluşuna da anlam verememiş. O kadar vurucu fikir varken örtünme ile başlanmış olması kitap için bir talihsizlik bence. Yine de bugünlerde de geçerli olacak eleştirileri var. Kadınların sandık sandık giysilerinin olmasını benim gibi o da anlayamamış. Her gün “bugün hangisini giysem” diye düşünmeleri de şefe mantıksız gelmiş.

İkinci mevzu taştan yarıklar. Şehri görünce bir şaşalıyor Tuiavii. Papalagi dediği Avrupalı ona göre çıyanlar gibi taşların arasında yaşıyordur. Barınaklarına taş sandık diyor Papalagi’nin. Bütün evler taştan sandıklardır ve taştan yarıklarla birbirlerinden ayrılıyordur. O kadar taş sandığın arasında Tuiavii’nin aradığı ise gökyüzü. Mavi göğün altında yaşamaya alışmış bir insan şehrin içinde kendini hapishanede hisseder doğal olarak. Gökyüzü, izleyenler ve izlemeye alışanlar için sonsuzluğu, Allah’ın kudretinin sınırsızlığını ifade eder. Papalagi şehirde yaşamaya alıştığı için gökyüzüne bakmayı unutmuştur artık. Gökyüzüne bakma ihtiyacı dahi duymaz. Onun sonsuzluğu yaşadığı yerdir. Onun hayatı yekparedir, sonsuzluğun bir parçası değildir.

“İşte bütün bunları hepsi yani kalabalık taş kutular taş yarıklar oraya buraya uzanan binlerce ırmağın içindeki insanlar gürültü, kargaşa, ağaçtan gökyüzünün mavisinden, temiz havadan, bulutlardan yoksun kapkara kumlar ve dumanlarla kaplı yerler Papalagi’nin kent adını verdiği şeydir. Ömründe hiçbir ağaç, tek bir ırmak ve gökyüzünü görmemiş ve de Büyük Ruh’la yüz yüze gelmemiş insanların yaşadığı ama yine de gurur duydukları yaratıları lagündeki mercanların arasına yuvalanmış sürüngenler gibi insanlar. Ama o sürüngenlere bile denizin berrak suları. Güneşin sıcacık soluğu ulaşır. Acaba Papalagi yarattığı bu taşla övünüyor mu, bilemem. O kendine özgü fikirleri olan bir yaratıktır. Hiçbir anlamı olmayan, onu hasta eden pek çok şeyi yapar üstelik bununla da yetinmeyip bir de bunları ödüllendirir. Üstüne maniler düzer.”

“Bu köylerde, kentlerdekinden başka türlü düşünen insanlar yaşar. Bunlara toprak insanları denir. Yarık insanlarından daha çok yiyecekleri olduğu halde elleri daha kaba, örtüleri daha kirlidir. Yaşamları diğerlerinden çok daha güzel ve sağlıklıdır. Ama kendileri buna inanmaz ve toprağa basmayan, tohum ekip ürün biçmeyen bu yüzden onlara boş gezer gözüyle bakan yarık insanlarını kıskanırlar… Tüm yarık insanlarına yiyecek sağlamaktan canları çıkar. Yine de neden öbürlerinin örtülerinin daha güzel, ellerinin daha beyaz olduğunu, neden kendileri gibi güneşten terleyip rüzgârda üşümek zorunda olmadıklarını bir türlü almaz kafaları.”

Sonraki bölümde ise para meselesine giriyor Tuiavii. O gün var olan bugünse varlığını katlanarak artırmış olan para meselesi. İnsanların gerçek tanrısı olan para. Savaşlar çıkaran, insanların en aşağı durumlara düştükleri, katilliğin, katliamların, çocukların sakat kalmalarının kaynağı para. Dünyamızın bugünkü tüm acılarının sebebi para:

“Çünkü beyaz adamın gerçek tanrısı, kendisinin “para” adını taktığı yuvarlak metal ve ağır kâğıttan başka bir şey değildir. Bir Avrupalı’ya sevginin tanrısından söz edecek olsan yüzünü buruşturur ve güler. Senin düşüncenin yalınlığıyla alay eder. Ama pırıl pırıl bir yuvarlak metal ya da koca bir ağır kâğıt uzatacak olursan o an gözleri parıldar ve dudaklarının arasından salyalar akar. Onun sevgisi paradır, Tanrısı paradır… Para uğruna mutluluklarını, vicdanlarını yitirenler; gülmekten, onurundan, sevincinden, hatta karısından, çocuğundan olanlar vardır. Çoğu, sağlığını bile bunun uğruna feda eder, yuvarlak metal ya da ağır kâğıt uğruna… Papalagi’nin gerçek Tanrısı yalnızca paradır.”

Bilerek ya da bilmeyerek kapitalist sistem eleştirisi de yapıyor şef. Belki de şefin sözlerini kâğıda döken Erich Scheuermann Tuiavii’nin sözlerini daha düzenli bir şekilde yazdıysa mesaj da netleşmiştir:

“Başkalarının gücünü sömürüp, kendi işlerinde kullandıkları için ne başları ağrır ne de uykuları kaçar. Parayı sevmeyenle alay edilir, aptal gözüyle bakılır.”

Para muhabbetinden sonra “şey” muhabbeti başlıyor. Şef Tuiavii dünyadaki tüm maddeyi Tanrı’nın şeyleri ve Papalagi’nin şeyleri olarak ikiye ayırıyor. Papalagi Tanrı’nın şeylerine hayranlık besleyip onlarla yetineceğine kendisini tanrılaştırmak için sürekli yeni şeyler, yeni şeyler için yeni şeyler, onlar için yeni şeyler yapıp duruyor. Şeylere kıymet de vermiyor üstelik. Binlercesini yapabilen makineler icat edip birbirinden farkı olmayan “Özge” olmayan binlerce mamül yapıyor ve dolayısı ile hiçbirine de kıymet vermiyor. Üstelik kendisini ölümden koruyabilecek bir makine de yapamadı henüz.

“Daha ne demeye aptallık edip de Büyük Ruh’un “şey”lerine başka “şey”ler katmaya çalışalım. Hem biz onunkiler gibi “şey”ler yapamayız… Bugüne kadar ne bir Samoalı ne de bir Papalagi bir palmiye ya da kavak ağacı yaratabildi. Ama tabi Papalagi, bütün “şey”leri yaartabileceğine ve Büyük Ruh kadar güçlü olduğuna inanır.”

“…kendisinin Büyük Ruh olduğunu sanır.”

“Eğer insan çok fazla “şey”e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yokluğun göstergesidir. Çünkü bu, o insanın, Büyük Ruh’un “şey”leri açısından yoksul olduğunun kanıtıdır. Papalagi’de yoksuldur, çünkü o tam bir “şey” düşkünüdür. “şey”leri olmadan yaşayamaz.”

“Büyük Ruh’un “şey”lerinden başka çok az “şey”e ihtiyacımız olduğunu unutmamalıyız.”

Kitabın bir diğer bölümünde ise şef, Papalagi’nin zaman dediği kavramını hayretle inceliyor. Hayatı günlere, saatlere, dakikalara hatta saniyelere bölen Papalagi sürekli zamanın azlığından bahsediyor. Sayma hastalığı var. Zamanı sayıyor. Geçen saniyeleri, dakikaları, yılları sayıyor. Şaşkınlık verici bir biçimde herkes kaç mevsim yaşadığını biliyor. Tuiavii bilmiyor kaç yaşında olduğunu. Bilmeyi gerekli de bulmuyor. Hayat bitecek diye düşüne düşüne ölen Papalagi ona hastaymış gibi geliyor. Zaman bir hastalık Tuiavii’ye göre.

Tuiavii sahiplenme olayını da anlayamıyor. Bu da bir hastalık sanki. Onun dilinde “benim” diye bir kelime yok. “Lau” diyor, hem “benim” hem “senin” anlamına geliyor. Ne senin olabilir ki “Papalagi? Elinle sıkı sıkıya tutamadığın banka hesabındaki paran ya da arazin ya da benim dediğin her hangi bir şey senin değil ki. Elinle sıkı sıkı tutsan bile senin değil aslında. Dünyadan bihabersin Papalagi.

“Ama Tanrı Papalagi’ye korkudan daha beter bir ceza vermiş. Çok az “benim”i olan ya da hiç olmayanlarla, bütün “benim”leri toplayanlar arasında sürüp giden bir savaş sarmış başına. Bu savaş yakıcıdır, çetindir ve sabah akşam durmak bilmez. Bu savaş herkese acı verir, yaşama sevincini kemirir. Sahip olanlar vermek zorundadırlar, ama hiçbir şey vermek istemezler. Sahip olmayanlar ise sahip olmak isterler, ama hiçbir şey alamazlar. Üstelik bunların da ulvi savaşçılar oldukları pek söylenemez. Ya soyguna geç kalmışlardır, ya beceriksizdirler, ya da ellerine fırsat geçmemiştir. Her şeyi Tanrı’nın ellerine teslim etmeyi öneren bir çağrı hemen hemen hiç duyulmaz.”

Bir de meslekler var. Meslekleri de çözememiş şef. Sabahtan akşama kadar bir insan aynı şeyi yapabilir mi? İnsan hem kano yapabilmeli hem ev hem de ağaçtan meyve koparabilmeli. Tüm işlerini yapmayı bilmeyen insan sakat gibi geliyor. Kendi yatağını bile toplamayan insan… Ne garip. Meslekleri yüzünden hep aynı şeyi yapan insanların bedenlerinin alt kısımları domuzlar gibi yağ bağlıyor. Aynı şeyleri sürekli yaptığı için mutlu da değil. Bu kadar çok çalışılması ya. Ekmeğini ve barınağını yaptıysan dans et diyor Tuiavii. Eğlenmene bak, Tanrı daha fazlasını istemiyor senden…

Sözü çok uzattığımı biliyorum fakat Tuiavii’nin bakış açısı cidden çok objektif geldi bana. İçerisinde yaşadığımız için farkında değiliz. Dönem itibariyle televizyonu görmeyen şef sinema ile tanışıyor ama. Hem de sessiz sinema. Fakat ne kadar güzel tespit ediyor saçmalığı. Bugün bu saçmalığın ulaştığı boyutları görmeden, daha o günden ne güzel söylüyor. Yalancı bir yaşamın içinde hapsolan insanlar. Bu yalancı yaşamı gerçeğinden ayırt etmeyi yavaş yavaş unutuyorlar. Kafaları bulanıyor ve kendilerini farklı görmeye başlıyorlar. Yoksul zenginim diyor çirkinse güzel. Tuhaf şey.

Hele bir de günlük gazete okuma alışkanlığı var ki, çok güzel görünse de ne kadar saçma. Aynı şeyleri binlerce kişinin tekrarlayıp durması bütün insanları tek bir kafa haline getirme uğraşından başka nedir? Tuiavii bilge bir filozof gibi söylüyor tüm bunları. Nasıl düşünmem gerektiğini neden bir kağıt parçasından öğreneyim ki?

“Avrupa’da biri çok ve hızlı düşündü mü ona “çok akıllı bir adam” derler. Adam “çok akıllı” oldu diye üzülecek yerde, özellikle saygı gösterirler.”

“Sevgili kardeşlerim, Tanrı’ya tapmamızın yanı sıra saygı gösterip, sevgiyle yüreğimizde taşıdıklarımıza put denirse eğer, Papalagi’nin bizden daha çok putu vardır. Papalagi’nin bize getirdiği İncil, onun için takas edilecek bir maldan başka bir şey değildir…”

Kitabın tamamını buraya aktaracak halim yok sevgili okuyucu. Bu kitabı alıp başucuna koyman gerekiyor zira bu senin dışarıdan çekilmiş bir fotoğrafın. Seni gözlemleyip ne olduğunu ortaya sermiş bir eser. Bu eseri tekrar tekrar okumam gerekiyor sanırım. 100 sayfaya bu kadar çok şeyin nasıl sığdığına hayret ederek.

Teşekkür ederim Ayrıntı yayınları, Teşekkür ederim Levent Tayla, Teşekkür ederim Erich Scheurmann ve teşekkür ederim bilge şef Tuiavii. 

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir