Eşitsizliğin Bedeli [Joseph Stiglitz]

Joseph Stiglitz iktisat konusunda en bilinen isimlerden birisi. Üniversite yıllarında Stiglitz’in kitaplarından ders kitabı olarak da faydalanmıştım. İnternetten alışverişin henüz emekleme döneminde olduğu bir zamanda, 99 yılında bir kitabını İngiltere’den sipariş edip aldığımı da unutmam. Stiglitz ABD’de ekonomi bürokrasisi içerisinde de yer almış bir isim.

Stiglitz’in Eşitsizliğin Bedeli (The Price of Inequality) kitabı ABD’nin neoliberal iktisat politikalarını uygulamaya başladıktan sonraki sürecin, bilhassa 2000’lerin ortalarından itibaren başta ABD ve dolayısı ile dünyanın birçok ekonomisini etkileyen kriz sürecinin nasıl etkilerinin olduğunu; hataların nerelerde yapıldığını anlatıyor. Sürekli artan bir eşitsizliğin olduğu bir ABD ekonomisinin gidişatı diğer ülkelerin ekonomisi açısından da ibret verici zira biz de farklı süreçler yaşamıyoruz. Bizde de en zengin %1’lik kesim gelirlerin çok büyük bir kısmını elde ediyor ve servetleri de yine yüksek bir yüzde oluşturuyor. Yaşanan krizler yaşanacakların da habercisidir kapitalist sistemde. Dolayısıyla biz de krize yakalanma konusunda adaylardan biriyiz. Bu açıdan dikkatle okunması gereken bir kitap.

Kitabı çeviren Ozan İşler, neoklasik iktisadın içeriden bir eleştirisini okuyacağımızı söylüyor önsözünde. Bu nokta kitaba başlarken dikkatimi çekti. Stiglitz gibi bir ekonomist ABD’nin iktisadi politikasını belirleyen kişilerden. Gerçi ilerleyen bölümlerde arz yanlı iktisadı eleştirdiğini, suçu Chicago okuluna attığını, sağ görüşlü iktisatçıları sürekli eleştirdiğini görüyoruz ama kendinin de masum olduğunu zannetmiyorum. Günahı boynuna.

Kitabın önsöz bölümünde neoliberal iktisat politikalarının artık zor dizginlenen bir hale geldiğinden bahsediyor yazar. Devletin müdahaleciliğinin artması gerektiğini söylerken benim de aklıma “Acaba küresel iktisat önümüzdeki on yıllarda neoliberalizmden neokeynesyanizme mi geçecek?” sorusu geldi. Umarım dünya “bırakınız yapsınlar” mottosunun zararlarını daha hızlı anlar önümüzdeki yıllarda da devletin piyasaya müdahale etmeksizin insanların refah seviyelerinin birbirlerine yakın seviyelerde gerçekleşmeyeceğini görür.

“Yüzde 1’lik kesimdekiler servetlerini artırırken yüzde 99’luk kesime kaygı ve güvensizlikten başka bir şey sağlamamıştır.”

Kitapta finans sektörüne sık sık çatıyor yazar. 2007 yılındaki büyük kriz sırasında bile bankalar birer birer iflas ederken yahut iflas tehlikesiyle yüz yüzeyken şirket yöneticilerinin maaşlarını artırmak için olmadık ahlaksızlıklar yaptığını da açık açık söylüyor. Burada eşitsizliğin bir diğer kaynağının da insanların açgözlülüğü olduğunu görüyoruz. Üst kesimdeki %1 diye ifade edilen en zengin kısım ile şirket yöneticileri ahlaki bir yozlaşma yaşıyorlar. Her şeyi kendi menfaatlerine göre dizayn ediyorlar. Devlet politikaları bile onların menfaatine uygun olarak şekillendiriliyor. Oy verme hususunda sıradan insanların genel bir yargısı yok. Seçim kampanyalarına büyük destek olanlar seçimden sonra da bu desteklerinin meyvelerini topluyorlar. Piyasaları siyaset şekillendiriyor siyasetçileri ise zenginler. Zenginler aynı zamanda paranın gücünü de kullanarak hem seçim yardımları ile istediklerinin seçilmesini sağlıyorlar hem de medyayı kullanarak seçmenleri manipüle ediyorlar.

Birinci bölüm “Yüzde 1 Sorunu” üzerinde duruyor. Gelirin ne kadarlık kısmı en zengin kesime gidiyor, orta gelir grubu ve yoksullar avuçlarını ne kadar yalayınca doyuyorlar gibi istatistikler var. Sayılara ihtiyaç duymadan hepimiz biliyoruz ki dünyanın tüm üretimi üç beş kişinin cebine gidiyor.

“Korunaklı özel sitelerinde yaşayan zenginlere düşük gelirli bir yığın işçi tarafından hizmet edilmektedir; dengesiz politik sistemler içerisindeki popülist politikacılar, insanlara daha iyi bir hayat vaat edip daha sonra onları hayal kırıklığına uğratmaktadırlar. Ancak belki de en önemlisi, umudun eksikliğidir. Bu ülkelerdeki yoksullar, bırakın zengin olmayı, yoksulluktan kurtulma ihtimallerinin bile çok düşük olduğunun farkındadırlar.”

Yoksul kesimlerin yoksulluğu bir lanet gibi. Yoksul bir anne babadan doğan çocuk büyük ihtimalle yoksul olarak sürdürüyor hayatını. Hindistan’daki kastlar gibi. Bir üst kasta çıkması neredeyse imkânsız. Sosyal hareketlilik çok düşük. Eğitim insanların yoksulluktan kurtulmaları için tek çare fakat eğitimsiz anne babaların çocukları da istatistiklere göre yüksek eğitim alamıyorlar. Dolayısı ile yoksul, yoksul olarak kalmaya devam ediyor. Suçlu anne babaların çocukları da suçlu oluyor. ABD hapishaneleri lebalep dolu. 2.3 milyon insan hapiste. Nüfusun yüzde 1’i hapiste yani.

İkinci bölüm “Rant Arayışı” kavramından bahsediyor. Rant arayışı basit bir dille devletin bazı insanlara kıyak yapmasıdır. Normalden ucuz bir arazi almaktan bazı sübvansiyonlardan faydalanmaya kadar çok geniş bir yelpazesi var rant arayışının. Devlet geliri istediği kesime aktarabilir yani. İsterse zenginden yana olur isterse daha fazla sosyal harcama yaparak yoksullardan yana olur. Tabi ki dünya devletlerinin nasıl bir sistem uyguladığını hepimiz biliyoruz. Hele ki Amerika.

“Rant arayışı, yani servet üretimine katkıda bulunulduğu için değil, kendi katkısı olmadan da üretilebilen servetin daha büyük bir kısmına el konulduğu için elde edilen gelir.”

Bu arada ayrımcılık da toplumun büyük sorunlarında biri. Örneğin zenciler. Özgürlüklerini kazandıktan sonraki dönemlerde yoksul olarak yaşadılar ve yoksulluk mirası nesillerden nesillere aktarıla aktarıla günümüze kadar geldi. Yazar bunun için taşlar yerine oturana kadar pozitif ayrımcılık yapılmasını öneriyor siyasetçilere. Devletin her türlü adaleti sağlayabilme imkânı var. En zengin kesimlerin gelirlerinde olduğu gibi servetlerinde de büyük farklılıklar var diğer kesimlere göre. Devlet daha yüksek gelir vergisi alarak daha adil olabilecekken zenginlerin vergilerinin önemli bir kısmı olan hisse senedi gelirleri vergilerinde vergi indirimine gidiyor. Türkiye’deki durumu bilmiyorum ama ABD’nin bizim için örnek bir ekonomi olduğunu biliyorum. Zenginlerin ortalama vergisi orta ve düşük gelir gruplarının ortalama vergisinden daha az oluyor bu şekilde. Daha fazla kazanandan daha az, daha az kazanandan daha fazla vergi alınıyor. Bizde de durum pek farklı değil biliyoruz hepimiz. Miras yoluyla oligarkların oluşması da ayrı bir konu. Miras vergileri yeterince yüksek olmadığı için zenginlik de en az yoksulluk kadar kalıcı oluyor.

Yazar sık sık Amerika’daki emlak krizinden de bahsediyor. Emlak piyasası harcamaların durmaması için sürekli her şeyin yolunda olduğu izlenimini veriyor krize kadar. Özel sektör devlet harcamalarının artmasını istemiyor. Devletin piyasalardan çekilip yerini kendine bırakmasını istiyor. Fakat şu nokta önemli. Devletin yaptığı harcamaların çarpan etkisi var. Yani devlet bir liralık bir harcama yapınca piyasadaki etkisi bir liradan fazla olur. Özel sektör devlet harcamalarının kendi paylarının düşüreceğini düşünerek bundan kaçınıyor. Sürekli arz ve insanların iştahlarının artmasını hedefliyorlar fakat bu balon uzun süre şişmeye devam etmiyor. Türkiye’de yaşadığımız 2000 krizinde de benzeri bir durum oluşmuştu. Bugün de bankalar sürekli kredi kartı dağıtıyor ülkemizde, sürekli yeni kredilerle emlak piyasasının canlılığının sürmesi hedefleniyor. Umarım bizdeki balon değildir.

“Rant arayışı ekonomimizi çeşitli şekillerde çarpıklaştırır. Bunlardan önemli olanlarından biri ülkenin en değerli varlığı olan yeteneğinin yanlış kullanılmasıdır. Parlak gençler eskiden çeşitli mesleklere ilgi duyarlardı. Bazıları örneğin tıp, eğitim veya kamu hizmetinde olduğu gibi diğerlerine hizmet etmeyi, bazı diğerleriyse bilgi sınırlarını genişletmeyi seçerlerdi. İş hayatına atılanlar hep olurdu, ancak krizden önceki yıllarda ülkenin en iyi beyinlerinin giderek artan bir kısmı finansı seçmeye başlamıştı. Bu kadar çok yetenekli insanın finansta çalışması sonucunda sektörde inovasyon olması şaşırtıcı olmamalıdır. Ancak bu finansal inovasyonların önemli bir kısmı düzenlemeleri atlatmak niyetiyle kurgulanmış ve uzun vadede iktisadi performansı düşüren gelişmelerdi. Bu tür inovasyonlar hayat standartlarımızı yükselten transistör veya lazer gibi gerçek buluşlarla karşılaştırılamaz.”

GSYİH hesaplamaları hatalı diyor yazar. Yeşil GSYİH hesabı diye bir kavram var, ben de ilk defa duydum. Kaynakların ne kadar tüketildiğini ya da çevrenin ne kadar kirletildiğini göz önünde bulundurmadan yapılıyor hesaplar. Hâlbuki kullandığınız petrolün geri dönüşü olmadığı gibi denize dökülen atık maddelerin de geri dönüşü olmaksızın tabiatı tahrip ettiği bir gerçek.

“Yüzde 1’lik kesimin yönetimin başında olduğu ve savaşların maliyetlerinden sorumlu olmadığı bir durumda denge ve kontrol kavramları anlamsızlaşır. Girişebileceğimiz maceraların sınırı yoktur” diyerek ABD’nin demokrasi havarisi maskesiyle dünyaya saçtığı terörün de kaynağını açıklamış oluyor yazar.

“Modern bir ekonomide verimsizlik yetersiz beslenmeden ziyade başka bir dizi nedenden ortaya çıkmaktadır. Orta ve alt kesimlerin yoksullaşması bu insanlarda bir takım endişelere yol açmıştır. Evlerini kaybedecekler mi? Çocuklarına hayatta başarılı olmalarını sağlayacak bir eğitim verebilecekler mi? Emekli olduklarında hayatlarını nasıl idare edecekler? Bu endişelere harcanan enerji miktarı arttıkça iş yerindeki üretkenliğe harcanabilecek enerji miktarı azalmaktadır. İktisatçı Senhill Mullainathan ve psikolog Eldar Shafir, deneylerinde kıtlık içinde yaşamanın sıklıkla kıtlık şartlarını kötüleştiren kararlara yol açtığına dair kanıtlar buldular: “Yoksullar büyük maliyetlerle borçlanır ve borçlu kalırlar. Meşgul insanlar (zaman açısından yoksullar) az bir zaman bulduklarında bunu ertelerler ve daha da yoksul olurlar.” Çok basit bir anketin sonuçları, günlük hayat savaşında yoksulların sarf ettiği bilişsel kaynakların daha iyi durumdakilere oranla fazlalığını göstermektedir. Ankette, market alışverişinden yeni çıkmış olan insanlara toplam ne kadar harcamış oldukları ve poşetlerindeki ürünlerden bazılarının fiyatları sorulmuştur. Yoksullar bu sorulara net cevap verebilirken yoksul olmayanlar genellikle cevap verememiştir. Bireylerin bilişsel kaynakları sınırlıdır. Acil ihtiyaçlar için yeterli paraya sahip olamamanın stresi, durumu düzeltmek için gereken kararaları alma becerisini kötü etkileyebilir. Sınırlı bilişsel kaynak stoku azalmakta ve bu insanların irrasyonel kararlar vermesine yol açmaktadır.”

“Sermaye piyasalarındaki bu eksikliklerin en önemli sonucu, birçok ailenin az veya hiçbir birikiminin olmadığı ve devletin sadece sınırlı miktarda eğitim sağladığı bir dünyada, insan sermayesine yapılan yatırımın yetersiz kalmasıdır. İyi bir devlet eğitim sisteminin yokluğunda çocukların refahının temel belirleyicisi ebeveynlerinin refah seviyesi (eğitim, gelir) olacaktır… Kimse kendi başına başarılı olamaz…”

Beşinci bölümde yazar bireylerin algılarının şekillendirilmesinden bahsediyor. Böylelikle demokratik süreçler yavaşlatılıyor. Bireylerin alacakları kararlar medya ve sair Yüzde 1’lik kesimin enstrümanlarıyla belirleniyor ve bu demokrasi gibi görünen oligarşik bir yönetim tarzının oluşmasına sebep oluyor. Bu durumdan yola çıkarak küreselleşmenin ne küresel verimliliği ne de eşitliği desteklediğini söylüyor Stiglitz. Bu durumun demokrasiyi tehlikeye attığını söylüyor.

“Şu anda medya dünyasına yüzde 1’lik kesim hâkim durumdadır.”

“Oyunun siyasi kuralları en yukarıdakilere doğrudan yarar sağlayarak onları orantısız şekilde söz sahibi yapmakla kalmamış, onlara dolaylı şekillerde daha da fazla güç sağlayan bir siyasal süreç de yaratmıştır.”

“Piyasalar dar bakışılıdır ve ülke genelinin değil finansçıların refahının geliştirilmesini amaçlayan bir siyasi ve iktisadi gündeme sahiptir.”

Altıncı bölümde yazar algı şekillendirmesi konusunu 1984’le ilişkilendirerek derinleştiriyor. Algı şekillendirmesi %99’un algılarının %1’in isteği doğrultusunda yönlendirilerek yapılıyor. Geleneksel iktisadın rasyonel insan kabullenmesinden de bahsediyor. Oldum olası eleştirdiğim bir konudur iktisat biliminde insanın doğru kararlar alacağı kabullenmesi. Gerçekten de algılar başkalarının şekillendirmesi ile ortaya çıkıyor modern dünyada. Reklamlar insanların algılarını tüketim-gereksiz tüketim yönünden etkiliyor.

“Bugün toplumun eşitsizliklerini korumak isteyenler bu eşitsizlikleri daha kabul edilebilir kılan algı ve inançları aktif olarak şekillendirmeye çalışmaktalar. Bunu yapabilmek için bilgiye, araçlara, kaynaklara ve güdülere sahipler.”

“Hukukun üstünlüğünün genelde zayıfları güçlülere, sıradan vatandaşları ayrıcalıklılara karşı korumak için tasarlandığını düşünsek de, varlıklılar, diğerlerini sömürebilecekleri bir çerçeve oluşturmak için siyasal güçlerini kullanarak hukukun üstünlüğünü şekillendirirler.”

Burada yazar adaletin herkes için olduğunu fakat maalesef artık gücü yetenler için adaletin gerçekleştiği bir dünyaya doğru evrildiğimizi anlatıyor. Ve gücü yeten sayısı da hızla azalıyor.

Yazarın kitap boyunca bu düzenin iyi olduğunu savunanlara karşı argümanlar geliştiriyor. Yüzde 1’lik kesime ayrıcalıklar sağlanmasının orta ve uzun vadede milli geliri artıracağını iddia edenlere karşı bunun tamamen asılsız olduğunu söylüyor ve tersi bir şeklide, gelirin eşitsizliği azaltacak şekilde dağıtılmasının milli geliri artıracağından bahsediyor. Yüksek gelirlilerin vergilerinin artırılmasının, üst kesimlere yapılan sübvansiyonların kaldırılarak alt ve orta gelir düzeyindeki kesimlere yönlenmesinin, kira gelirlerinin vergilerinin artırılmasının, çevreyi kirletenlerin cezalandırılmasının milli gelirleri artıracağı hususunda ben de yazarla hemfikirim.

Kamu harcamalarının artırılması ile çarpan etkisinin oluşacağından bahsediyor yazar ki bu da gayet makul. Devlet harcamaları arttıkça piyasalar daha da fazla canlanır. Yanılmıyorsam Keynes’in de benzeri fikirleri vardı.

Merkez bankalarının bağımsızlığının sözde değil gerçekten hayata geçirilmesinin gerekliliği de yazarın bir diğer çözüm önerisi. Merkez bankaları siyasetle iç içe olursa bu durumda siyaset de yüzde 1’in tekelinde olduğu için merkez bankaları da siyasetin tekeline girmiş olacaktır ve para politikaları buna göre belirlenecektir. Merkez bankası bağımsızlığı da eşitsizliğin azalması noktasında önemli bir husus.

Kitabın son bölümünde yazar tüm tavsiyelerini özetliyor. Zenginlerin aşırılıklarını sınırlamak gerekiyor. Rant arayışını azaltmalı, finans sektörü sınırlandırılmalı, şirket yöneticilerinin özgürlükleri kısıtlanmalı, rekabet yasaları daha etkin uygulanmalı, yargı reformu yapılmalı, silahlanma azalmalı (kitabın bir bölümünde yazar Amerika’nın girdiği savaşların maliyetini alt kesimlerin karşıladığı, karını ise yüzde 1’lik kesimin aldığını anlatıyor), artan oranlı vergi sistemi geliştirilmeli, veraset vergisi oligarşi oluşmasını önleyici şekilde yapılmalı, eğitime erişim iyileştirilmeli, sıradan vatandaşların tasarruf yapmalarına destek olunmalı, sağlık hizmeti herkesin erişebileceği şekilde olmalı gibi fikirlerini öne sürerek hala ümidin var olduğunu söylüyor Stiglitz.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir