Esir Şehrin İnsanları [Kemal Tahir]

Esir Şehrin İnsanları’nda ilk irkilmem Kâmil Bey’in elindeki Buda heykelini Yahudi bezirgana satması sırasında oldu. Yazar o kadar güzel tahlil etmiş ki Türk insanını. Kâmil Bey elindeki heykelciği satarken zorlanır. Yahudi bezirgan hadiseye kar amaçlı bakıyor. Kâmil Bey ise renkten renge giriyor utançtan. Aynı Kâmil Bey bir bakkal, kasap da olsa renkten renge girecek sanki. Satış işlemi bittikten sonra kendi kendine mırıldanıyor: “Satmak gerçekten çok zormuş! Bizim millet, uzun süre bu yüzden mi alışverişi hor gördü acaba?” Gerçekten de Türk tarihine bakıldığında savaşçı Türk milletinin ticaret konusunda o kadar da başarılı olmadığını görüyoruz. Pazarlamak gibi bir kabiliyet bu milletin genetiğinde yok. Dünyanın son beş yüz yıldaki değişimi ise pazarlamanın yıldızının giderek artışı, kahramanlığın modasının geçmesi çerçevesinde geliştiği için milletimiz bu hale geldi. Pazarlayamadı fakat kahramanca aç kaldı… 

“Salamon Efendi, heykeli tezgâhın üstüne bıraktı. Cüzdanını çıkarıp iki tane ellilik ayırdı. Ömründe pek az iyilik yapmış insanların böyle sıralarda tutuldukları utanma duygusuyla gözlerini kırpıştırarak Kâmil Bey’den kaçırıyordu:
— Hele şunu lütfen alınız, iyi bir fiyatla satacağımı umuyorum. Yani hesapça ben size borçlu kalmaktayım. Haydi üzülmeyin…”

Kâmil Bey’in etrafında gelişen olaylar ve etrafındaki insanlar, ilişkilerinin durumuna göre farklı farklı boyutlar oluşturuyor. Kâmil Bey öncelikle Osmanlı aydın tipini temsil ediyor. Paşa oğlu, toplumun kahhar ekseriyetinden bihaber, resim ve diğer güzel sanatlarla ilgili, 3-4 tane Avrupa dilini ana dili gibi konuşabiliyor, Yakacık’tan ötesini görmemiş, Anadolu hakkında hiçbir fikri yok. Sonra yavaş yavaş bu insanın arasına giriyor, bu mücadelenin saflarına doğru yaklaşıyor. 

“Birkaç kere gittiği mahalle kahvesinde, insanların inançlarını savunurken, aralarındaki gizli bir dayanışmaya güvendiklerini sezmişti. Toplumsal felaketleri alt edebilmek için başvurulan bu milli kardeşliğin, bu genel güvenin dışında kalmak, ne kadar önem vermiyor görünse de, kahredici bir yalnızlıktı.”

Sonrasında yaşadığı tüm yakınlaşmalar ve bunların zihin dünyasında oluşturdukları Kâmil Bey’in zatında tüm Osmanlı aydınının aydınlanması, Cumhuriyet’e kanat çırpmasını ifade ediyor. Tabi ki esir şehirde Ali Kemal gibi tipler daha çok. Bir kısmının aydınlanmasını diyelim. 

“Duayı bir tamam ezberlediği gün babası ona ne verdi “biliyor musunuz?” kocaman bir kalem verdi. Bir ucu mavi yazıyor, bir ucu kırmızı…
— Hangi dua bu?
— Yatarken okunuyor. Siz okumaz mısınız?
— Hangisi bakalım?
Ayşe, nazlanarak gözlerini yere eğdi. Koyu siyah saçlarında bir pırıltı kımıldanıyordu. Rugan pabuçlu sol ayağını cesaret almak istiyormuş gibi hafifçe sallayarak duasını tane tane okudu:
— Sevgili Allah’ım! Türk milletine güç ver! Kurtulmasına yardım et!”

Kâmil Bey’in aile ilişkileri de olayın başka bir boyutunu ifade ediyor. Kızını doğru düzgün yetiştirmek arzusu ve eşiyle olan ilişkileri. Eşi dünyada yokluk diye bir şeyin varlığından bihaber bir kadın. Bencilliğiyle ön plana çıkıyor. Memleket yanarken kadının tek derdi giyim kuşamı. Bu klasik tip bugün dahi toplumda çoğunluk oluşturuyor. Dünya yıkılsa umurunda olmaz, bir tane lüksünden taviz vermez bir tip. Batılılaşmayı bile ifade edemiyor. Direk kendisinden nefret ettim okurken. 

“Bizde tarikatlar yüze yakındır, bunların ayrıca yüzü aşkın şubeleri vardır. Yalnız bizde böyle değil bu… Hıristiyanlıkta, Musevilikte, yetmiş beşe yakındır tarikatlar… Bunları, gireceğim yolu seçmeye çabalarken okudum biraz… Şunu gördüm. Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler, tarikat kurucusuyuz. Arap mezhepleri Sufiliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır. Tasavvufa göre dünyada her şeyden önce güzellik vardı. İbadet bu güzelliğe tutkunluktur. Bu sebeple Türk’ün bağlanacağı inanç, Allah korkusundan değil, Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvufun yalnız Türk’e mahsus bir yol olduğunu anladım. Türk illerinde doğmuş, Anadolu’da gelişmiştir. Türk tasavvufu, şamanlıkla İslamlığın karışımıdır. Buna biraz da yeni Platonculuk katılmış Roma Anadolu’sundan kalıntı… Daha doğrusu Stoisizm… Anadolu’ya Şeyh Ahmet Yesevi adına halifeleri yaymıştır tasavvufu… Bunların hepsi dünyadan el çeken basit köylülerdir, bence… Pir Dede, Keyifli Baba, Horoz Dede, Aptal Musa, Avşar Dede, Akyazılı Baba, Kudümlü Baba Sultan, Sarı Saltık… Bunlar köylü halkı etkilemişler, Anadolu’nun İslamlaşmasını, bir anlamda Türkleşmesini sağlamışlar. Anadolu bu tohuma o kadar uymuş ki, Yunus Emre gibi kocaman bir dahi sanatçı yetiştirmiş…”

Kâmil Bey bir yandan da yeni baştan memleketini ve milletini öğreniyor.

“Bütün Batılılar, hain oldukları için mi bu kadar çiğ gerçekçiydiler, yoksa, bu kadar çiğ gerçekçi olduklarından mı bir yerde, ister istemez hain, kaba, bencildiler?”

“Neye engel olacaksınız! Akşama gidecektim. Gitsem n’apacaktım? Bir köşeye oturup tek başıma düşünecektim. İnsan, bir kere tek başına kalmaya görsün! Nerde olsa tek başınadır. Meydan savaşında bile…”

Mahkeme tespiti dikkat çekici: “Burada, on dakika dolaşmak, temelleri birkaç yüzyıldır çatırdıyan kocaman bir imparatorluğun neden çöktüğünü insana anlatabilirdi. Bir devletin, devrini tamamladığı, adaletinin bu halinden belliydi. Burası, karmakarışık, yırtık pırtık, mahvolmuş bir adaletin süründüğü “antika” bir yerdi.” 

“Kâmil Bey, ömründe ilk defa ana avrat sövmek isteği duyuyor, yeterince küfür bilmediği için bunalıyordu. Yüreğinde dalga dalga kabaran kini, bu çaresizlik içinde, ancak küfretmek biraz dindirebilirdi.
“Hergele… Ah, namussuz… Namussuz solucan! Bok!”
Aklına başka kelime gelmediğinden, ağzının köpürdüğünü zannederek dudaklarını yokladı. Eli, kabuk gibi bir kuruluğa rastlamıştı. Zorla yutkundu.”

“Türbeler, ölüleri yaşatmak hırsıyla yapılmışlar değil mi?”

“Yusuf Peygamberden bu zamana kadar dünyada her şey, akıl durduracak derecede değiştiği halde, bugün, yirminci asırda, mahpusluk yine de aynı kalmış, demek ki, gökyüzünde, denizaltında insan zekâsı, henüz mahpushaneden daha korkunç bir işkence bulamamıştı.”

“Biz, bıkıp usanıncaya kadar kan, yara, kahramanlık, korkaklık gördük. Bunları o kadar kanıksadık ki bu dünyada imreneceğimiz pek az kahramanlık, ayıplayacağımız pek az tabansızlık kalmıştır. Yalnız bir nesil değil, bu memleketin üç nesli bir çeşit filozof oldu. Bunun kârını da göreceğiz, zararını da…”

Esir Şehrin İnsanları; Esir Şehir Üçlemesinin birinci kitabıymış. 450 sayfalık bu eseri İthaki Yayınları basmış. 

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir