Eğil Dağlar [Yahya Kemal Beyatlı]

Kurtuluş Savaşı, Türk Tarihi’nin en önemli kırılma noktalarından birisidir. Yakın tarihimize ait bir süreç olduğu için Kutluk Kağan’ın dağa çıkmasından ya da Selçuk Bey’in torunlarının kendilerine yurt arayışlarından daha fazla yer tutar düşünce dünyamızda. Çocukluğumuzdan beri ya bir filmle ya bir şarkıyla ya da bir kitapla hayatımızın içerisinde bulunur tarihimizin bu büyük olayı. Genellikle İnkılap tarihi kitaplarının soğukluğundan sıkılırız Kurtuluş Savaşı’nı araştırırken ya da öğrenmek zorunda olduğumuz zamanlarda. Bir hatırata rastladığımız zaman işin rengi değişir. Daha gerçek, daha yaşanmış bir şeyle karşılaşmış olmanın heyecanıyla yanaklarımız kızarmaya başlar. Benim böyle oluyor en azından. Eğil Dağlar ise ne tarih kitabına benziyor ne de hatırata. Kronolojik bir şekilde işgal günlerinin psikolojisinin okura verildiği, mükemmele yakın bir edebi derinlikle yazılmış, hatıralarla birlikte düşüncelerin, duyguların okura aktarıldığı müthiş bir eser, Eğil Dağlar.

Yahya Kemal Beyatlı, İstiklal Savaşı yıllarında hocalık yapıyor bir yandan da köşe yazılarıyla okuyuculara ulaşıyor. Eğil Dağlar’da çoğunlukla İleri, bir miktar da Tevhîd-i Efkâr gazetelerinde çıkmış yazıları var. Yazılar 29 Ağustos 1919 tarihinde başlıyor. Bütün kitap boyunca Yahya Kemal’in göğsünün üzerine bir karabasan gibi çökmüş olan işgal altındalık, bilhassa İzmir’in ve tabi ki İstanbul’un işgal altındalığı ile sürüyor ve çok şükür ki kurtuluşla son buluyor.

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yâ Rabbî!
Senin uğrunda ölen ordu budur Yâ Rabbî!
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın
Gâlib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Yazılar 1919 yılından üç-dört yazıdan sonra 1921 senesine geçiyor. Buradan sonra da bana okurken çok uzun gelen bir hissiyat dolambacı içerisinde günlük olarak hadiseler zikrediliyor, fikirler öne sürülüyor. Yazarın kabiliyetini konuşmaya gerek yok, edebi manada mükemmel bir eser. Kelimeler, ilk kullanıldıkları gibi bırakılmış, sadece manaları sayfa altlarında verilmiş. Eski dilimizin ne kadar zengin olduğunu görüp ah ettim okurken. Ne kadar az kelimeyle yaşıyoruz şimdilerde.
Bir yazısında son devir Osmanlı siyasetçilerine çatışı dikkate değer. Siyasetçi, iyi siyasetçi olmanın ne manası vardı ki mealindeki sözlerini eğitimci ve iktisatçı olsalardı daha iyi olurdu diyerek sürdürüyor. Ne kadar güzel bir tespit. İyi siyasetçilerimiz olacağına iyi eğitimcilerimiz olsa, iyi ekonomistlerimiz olsa daha güzel olmaz mı?

Mustafa Kemal: Mustafa Kemal’in yazılardaki sıfatı “milletin timsali” yazar, Mustafa Kemal’den büyük hayranlıkla söz ediyor. “Çoktan, pek çoktan beri bu millet bir oğlunun şahsında böyle temessül etmemişti.”

Milli Mücadele: Milli mücadele yanlısı yazılar yazarak tahminimce şimşekleri de üzerine çekiyor. Yazılardan, o dönemde milli mücadeleyi maceraperestlik, kavgacılık olarak adlandıranlar olduğunu çıkarabiliyoruz. Kitabın sonunda da sonradan yazılmış birkaç yazıda dönemin İstanbul’unda bir kutuplaşma olduğunu fark ettiren ifadeler var. Ara sıra “dış düşman, iç düşmandan iyidir” mealinde içimizdeki İrlandalılara çattığı da oluyor 21-22 yazılarında.
Kitabı okurken bir yandan da Kurtuluş Savaşı kronolojisine baktım.

Londra Konferansı sonrası hayal kırıklıklarını aynen yansıtmış 1921 yazılarında yazar. Diğer olayları da kronolojiye uygun bir şekilde yorumluyor. Ankara’da kabine değişimi oluyor mesela, hemen ardından bir dizi yazıda bu değişimden bahsediyor.


“Bütün Türkler gibi İstanbullular da biliyorlar ki milli hareketin bütün bu cidali Osman’ın sancağını, Fatih’in tahtını, Selim’in hatırasını nisyandan kurtarmak içindir.”

Yunanlılar: Yunanlılara sık sık çatıyor. Karaktersiz, adi bir millet olduğunu, hiçbir savaşı kazanmadıklarını, hep başka devletlerin kucağına oturarak başarı elde ettiklerini söylüyor. Yunanlıların Türkiye’yi işgallerinin komik, garip bir hal olduğunu anlatıyor. Aslanın kediye boğdurulması olayı işte.

Venizelos, Kostantin çatışması da Yahya Kemal’in yazılarında zikrettiği olaylardan. Bilmeyenler için bahsedeyim dönemin olaylarından. Yunanistan, 1. Dünya Savaşı’nda Alman yanlısı bir siyaset güdüyor, kral Kostantin Almanya taraftarı. Fakat buna rağmen savaşa girmiyorlar. 1917 yılında bir darbe yapılarak Alman yanlısı Kostantin devrilip yerine İngiliz yanlısı oğlu Aleksandros geçiyor. İngilizlerden destek alan, Türkiye’ye saldıran bu Aleksandros. Bunun başbakanı da Venizelos. Allah’ın hikmeti, bize bunca kötülük yapan Aleksandros bir maymunun ısırması sonucu ölüyor, Venizelos terk-i diyar ediyor, Kostantin de memleketine geri dönüp kral oluyor. Yahya Kemal, olayı anlatmıyor, belki de o dönemde herkesin haberdar olduğundandır, ara sıra değiniyor sadece.

“Yunanlılar mağlubiyetlerinden manen muztarip değildirler. An-asl asker ve erkek bir kavim olmadıkları için askerliğin şanından hiçbir zaman nasipleri yoktur. Ve şeynden de zerre kadar utanmazlar…”

Osmanlı: Büyük Osmanlı hayallerini kuranlara da eleştiri getiriyor. Tabi ki, Enver Paşa’yı görmüş birisi olarak hayalperestliğin neler getireceğini görmüş bir insan. Büyük Osmanlı’yı yeniden inşa etmeye çalışacağımıza milli Türkiye’yi kuralım diyor. “Özleyeceğimiz şeyler eski saltanatın şanları, şerefleri, bayrakları, medeniyeti, musikisi, mimarisi, şiiridir, lakin şekli, idaresi, siyaseti değil.”


“Bir zaman cetlerimiz bu Osmanlı namını ne kadar yerinde kullanırdılar, Osmanlı doğrudan doğruya kapu halkı, padişahın hizmetinde olanlar, hükümet adamlarıydı, hükümete bir hizmetle bağlı olmayan Türkler ve bütün Muhammed ümmeti bu unvanı taşımazdı. Osmanlı, Al-i Osman’a vazifeyle bir nisbeti ifade ederdi. Tanzimat paşaları, Avrupa’ya o yarım yamalak vukuflarıyla, devletin bütün tebaasını yoğurup yeni bir millet imal etmeye savaştıkları zaman, eserleri olan ucubeye bu unvanı taktılar.
Bu milletin ne garip bir talihidir ki, üç dört beş asır evvel medeniyeti pek mükemmel iken Hıristiyan reaya sınıfı, Türkler gibi giyinmeye, Türkler gibi yaşamaya hatta Türkçe ibadet etmeye hâsılı her noktada onlara benzemeye özenirdi de o zamanın uleması ferman ve fetva kuvvetiyle onları en şedit cezalarla bu arzularından men ederdi. O zaman zorla men ettiğimiz bu temsile, temsil kuvvetine tamimiyle kaybettiğimiz son asırda fesli ulema heves ettiler. Zavallı millet iki defada da ukalasının akıl zorunu çekti.”


“Türk milleti bir dinde ve bir mezhepte olan ve Türkçeyi müşterek lisan telakki eden, Kürt, Türk, Çerkez, Arnavut ve Boşnak unsurlarının Kurun-u Vusta’dan beri terkibiyle vücud bulmuş bir millettir. Bu kitle birdir ve ayrılmaz; ancak kendi inkişafını özler, kendinden olmayan ekalliyetlerin cemaat teşkilatını mekteplerini hür bırakır.”


Dikkatimi çeken bir ifade de sivil toplumun oluşmayışı şikâyetiydi. Tabi, sivil toplum bugünkü adı, o zaman cemaatleşme deniliyor. Yine de her şeyin devletten beklenmesine, sivil toplumun oluşmayışına kızması bugünle aynı gibi. Bir şey değişmemiş yüz yılda.


“Biraz izanı olan bir Türk, İstanbul halkının bu hazin günlerimizde bile devam eden gafletine baka baka teessüründen verem olur gider. Birçok kereler dediğimiz gibi hissiyle milli varlığına pek ziyade bağlı olan bu halk fikirce bilakis son derecede kayıtsızdır.
İnönü askerlerinin yaralarını sardırmak için 185 bin lira veren bu halk, bir maaş aldı mı hemen Yunan bakkallarına yunan mağazalarına koşar bir aylık maaşın yekûnu olan 1 milyon 200 bin lirayı hem de her ay Yunanlılara cephane yetiştiren Yunan teşkilatının eteğine döker. Bazen dış yüzü bazen da yalnız iç yüzü mavili beyazlı olan bu dükkânlardan alışveriş eden Müslümanlar fark etmiyorlar ki Yunan ordusuna yataklık ediyorlar. Çünkü en basit muhakemeyle bu gafletin başka bir tabiri yoktur.”


“O zaman hazin bir tefelsüfe koyulduk; mirasyedi, sefih, müsrif oğlundan servetini hiçbir zaman esirgemeyen müşfik fakat dur-bin bir anne nasıl daima çıkınlarında bir ihtiyat akçesi saklarsa, anne Anadolu da, müsrifliğini, sefahatini, mirasyediliğini asırlardan beri tecrübe ettiği İstanbul oğlundan nüfusunun, parasının bir kısmını öyle saklıyormuş. Ah keşke daima saklayaymış da; çünkü gördük, onun ihtiyatı İstanbul siyasilerini yalnız son harpte değil, ondan evvelki zamanlarda da güttükleri siyasetten daha hayırlıymış, keşke bize daima hudutlarımıza lazım olduğu kadar asker vereymiş. Keşke o zaman İstanbul daima tefahür ettiği ıslah ve temdin iddiasıyla: bu milleti nasıl ıslah edeyim, daha doğru dürüst nüfusunu kaydettirmekten çekiniyor der dururdu. Ama sultan Abdülhamid Yemen’de tam iki milyon Anadolu Türkünü Zeydi mezhebini tanımamak inadı için kumlara gömemez ve o iki milyondan doğabilecek beş milyon nüfusu kurutamazdı; harbi umumi hükümeti yine bir o kadar nüfusu cenubun kumlarına Sarıkamış’ın karlarına Galiçya’nın siperlerine kurban gönderemez ve aramızda bu kadar yetim bu kadar dul bu kadar evlenmeyen kız kalmazdı; milletin ketme-i nüfus itiyadını artık kötü bir itiyat gibi mütalaa edemeyiz çünkü hudutlarımızın müdafaasına yetecek kadar asker verdiğini daima gördük. Bugünse ırzını, malını canını kurtaran Anadolu hükümetinden hiçbirşeyini esirgemediği, varını yoğunu hahişle bezlettiği meydanda. Çünkü anne Anadolu anlıyor ki o zaman İstanbul’un siyaseti mirasyedice bir siyasiye idi.”


300 sayfayı aşkın bu kitap, yazarın kimi zamanlar ümit, kimi zamanlarda yeis içerisinde yazdığı yazılarla devam ediyor. Bir insanın, istiklali tehlikeye girmiş milleti için çırpınışları da var, bir yazarın toplumuna nasihat etme çabaları da. Neden bu duruma geldiğimize dair eleştiriler de mevcut, çok yerinde müthiş tespitleri de. Mesela yukarıda yapmış olduğum alıntı kitapta benim en fazla dikkatimi çeken nokta oldu. Anadolu Ana, her zaman bir miktar ketum davranıyor devletin isteklerine karşı. Her zaman bir miktar evladını gizliyor ki soyu yürüsün. Yoksa, devlete kalsa, bütün milleti kırar saçma sapan savaşlar için. Yazar ağırlıkla 1921 ve 1922 yıllarına ait yazılarında savaşın gidişini ve insanlardaki yansımalarını anlatıyor, bazen milli mücadeleye destek veriyor bazen Yunanlılara sövüyor bazen de derin analizler yapıyor müthiş kalemiyle. Neticede en sevdiğim yazı 31 Ağustos 1923 tarihli olanı oldu ki kazanılmış bir savaşın arından üzerinden yük kalkmış, kıvançlı bir yazı.
Elimde 2005 yılında Yapı Kredi Yayınları ile İstanbul Fetih Cemiyeti’nin ortaklaşa bastıkları baskısı mevcut. Yahya Kemal Ensitüsü’nden Kazım Yetiş’in takdimi de okunmaya değer.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir