Efrasiyab’ın Hikâyeleri [İhsan Oktay Anar]

Efrasiyab’ın hikâyelerini ilk defa üniversite yıllarındayken okumuştum. İhsan Oktay Anar’ın tüm kitapları az çok zihnimde birer yer kaplıyorken daha eski zamanlara ait olan bu eserden muhayyilemde pek bir şey kalmamış gibiydi. Okudukça yeniden hatırladım. En fazla aklımda kalan kısım Acıpayam Dağı’nın geçtiği öyküymüş fakat bu okuyuşta fark ettim ki Ölüm ile Cezzar dedenin arasında geçen münazara-mücadele-atışma dâhilinde söylenen hiçbir öykü bir diğerinden aşağıda değil. Hepsi birbirinden enteresan, güzel, alaycı, düşündürücü.

“Her insan ancak bilmediği şeyden korkar. Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. İşte, din de bu arayış değil midir? Bununla birlikte, eğer insan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş da değildir. Kavuşamadığı şeye erişmek için can atar. Eh! Bu da aşktır işte! Kısacası, yolumuzu şaşırmış değiliz. Korkudan arayışa, arayıştan ise aşka geçtik. Hikâyeleri anlatırken, elimizde olmadan seçtiğimiz üsluba bakılırsa, daha önce geçtiğimiz yerlerden tekrar geçmiş bulunduğumuz kesin. Çünkü bu üç duyguya da çok aşina görünüyoruz. Ne korku, ne arayış, ne de aşk bizi şaşırtıyor. Bu duygular, gönlümüzde çoktan dinmiş fırtınalar gibi. Benim için bu durum fazlasıyla alelade. Ama senin için fevkalade gözüküyor. Arayış bitince, aranan şey artık bir kez bulunduğu için, korku da aşk da biter.” İhtiyar ise, cevabı hemen yapıştırdı: – “İşte o zaman meşk başlar!” Ölüm bozulmuştu. Çünkü ona göre bir ruhu kasıp kavuran fırtınaların dinmesi, duygusuzluk ve kayıtsızlıkla sonuçlanırdı. Bu yetmiyormuş gibi ihtiyar, sözlerine bir de şunu ekledi: – “Zaten cennet de budur!” Sanki beklemediği bir şey daha işiten Ölüm’ün dikkatle baktığı ihtiyar, şu son sözü de söylemeden edemedi: – “… ve gülümseyen herkes cennete bakıyor demektir.”

Gülerk Kent’in macerası mesela ne kadar eğlenceliydi. Seyyare gazetesinde takım elbisesiyle çalışan, bazı zamanlar takım elbiseyi ve gözlüğü çıkararak altta giydiği önünde Sabri dedesinin adına hürmeten “S” işlenmiş kıyafet ve kırmızı peleriniyle başka bir insana dönüşen Gülerk. Ne kadar da tanıdık bir hikâye değil mi?

Cezzar Dede’nin canını almaya gelen Ölüm, onunla bir anlaşma yapar. Sıradaki ölüm adayı olan Uzun İhsan’ı -ki Anar’ın sonraki romanlarında da rol alacaktır bu Uzun İhsan, demek ki ölmüyor- bulana kadar birbirlerine hikâyeler anlatacaklardır. Böylelikle Cezzar Dede birkaç saat daha yaşayabilecektir.

“Güneşin açtığı her gün, dünyada gerçeği değil güzelliği arayanların bayramıydı.”

Korku ile başlayan hikâyeler din ile devam eder aşktan sonra cennete doğru uzanırlar.

“İşte böyle gecelerde torunlara bazen define masalları da anlatılırdı: Silahir adlı bir şehzadeye gelin giderken Ferahnur adlı perinin, korkunç Binnaz tarafından çalınan bir çömlek dolusu pembe inciden ibaret çeyizi; Zekeriya, İsfendiyar ve Efrâsiyâb adlı devlerin dişlerinden tırnaklarından artırarak biriktirdikleri bir mağara dolusu altın; cimriliğiyle meşhur zalim büyücü Üzeyir’in bodrumundaki elmaslar; Hıdır, Cemşit, İshak, Âdem, Lokman, İmam ve Osman adlı cücelerden Aptülvahap adlı bir hırsız tarafından çalınan bir kilo altın tozu; İşvenaz Sultan’ın pırlantaları; yankesici Veyel’in tam bir kese dolusu gümüşü, paraya pula değer verip sağlam toprağa bassınlar diye çoluk çocuğa anlatılır dururdu Öyle ki, belki bu sayede çocuklar hayalperestçe işlere kalkışmaz, ileride sefil süfela olmazlardı.”

“Rivayet ederler ki, günümüzden elli yıl kadar önce Diyarbekir’de, adına Divana derler bir köy vardı. Bu köyün imamı ne yazık ki yetmişini çoktan geride bıraktığı için, ruhu cennet sevinciyle bedeninde pek rahat durmuyor, adamcağız birtakım bunama alâmetleri arz ediyordu. İhtiyar imam rekâtların sayısını sık sık unutuyor, zaman zaman da secdede uyuyup kalıyordu. Sonraları ise, namaz vakitleri minarenin şerefesinden ezan yerine, elini kulağına götürüp gazel okumaya, cuma hutbelerinde ise cemaate askerlik anılarını anlatmaya başladı. Nihayet günün birinde sayı mefhumunu unutur gibi oldu: Sayılar arasındaki nicelik farkını tam olarak kestiremediğinden rekâtları hesaplayamadı ve yatsıyı kılmaya gelen cemaate bütün gece namaz kıldırıp onları sayısız sevaba gark etti.”

Bu esnada Uzun İhsan, yakalandığı her yerden tüymesini başarıyordur.

“Ey saçı sakalı ak, harmanisi pak, sözleri hak münzevi! Paramı pulumu, malımı mülkümü, zevki sefayı, dünyanın bütün nimetlerini terk edip tâ Acıpayam Dağı’na, senin yanına gelip dizlerine kapanmamı, elini eteğini öpüp hayır duanı almamı istiyorsun. Peki benim yerimde sen olsaydın ne yapardın? Dağın başında inzivaya çekilerek, tefekküre dala dala, dünya nimetlerinden habersiz, saçını sakalını ağartıp ununu elemiş eleğini asmışsın. Belin bükülmüş, dişlerin dökülmüş. Bak! Peltek peltek konuşuyorsun. Bu halinle sen elbette, paraya pula değer verecek bir adam değilsin. Zaten bir ayağın çukurda. Ama vakit henüz geç sayılmaz. Dağın zirvesinde tefekkürle ziyan ettiğin onca zamandan sonra, iyisi mi sen gel de, kandilinin yağının giderek tükendiği hayatının şu son demlerinde, kuyruğu titretip rahmeti rahmana kavuşmadan, bir nebze zevkü sefa içinde yaşa! Kısacası, benim kısmetim sende değil, senin kısmetin bendedir. Hem senin kefen parası olarak kıyıda köşede biriktirdiğin üç beş kuruşun da vardır. Bana gelirken o parayı da getir; ikimiz birlikte meyhanede kerhanede yeriz.”

“Fakat birçok kişi için, insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmak değil, hayatı sürdürmek ve korumak daha önemli görünüyor. Ne pahasına olursa olsun yaşamaya çalışmakla, doğrusu çok büyük bir mutluluğu kaçırıyorlar. Acı ve ölüm korkuları onları yönetiyor. İşin kötüsü, bu korkuya Tanrı diyorlar. Oysa dünyayı korkuyla değil, bir insanın gözleriyle görselerdi, Tanrı’yı görmüş olurlardı.”

İhsan Oktay Anar hayranlık duyduğum Türk yazarlar listesinde en tepedeki yerini koruyor uzun yıllardır. Fakat ne yazık ki eserleri sınırlı sayıda ve benim gibi bir okuyucu için tekrar etmekten başka çare yok. Sanırım ilerleyen zamanlarda diğer kitaplarının da tekrar-okumasını yapacağım. Gerçek bir insan mı bir efsane mi diye tereddütte olduğum bir kişiye sokak röportajı yapan gençlerin denk gelmesi de harika bir tesadüf. Üstelik karşılaştıklarının kim olduğunu bilmeden üstada soru yöneltmeleri oldukça eğlenceli.

245 sayfalık bu şölen İhsan Oktay Anar’ın ilk romanı. İletişim Yayınları 1998 yılında çıkarmış.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir