Eflatun Cem Güney

Eflatun Cem Güney ile ilgili yaptığım araştırmada üç kitaptan faydalandım. Birincisi Selim Emiroğlu’nun “Eflatun Cem Güney’in Eserlerinde Dil ve Çocuk Eğitimi”, 2006 yılında Malatya’da Özserhat yayıncılık tarafından basılmış. Sanırım yazar kendisi bastırmış bu kıymetli eseri. Hakikaten büyük bir emek verilmiş kitabın hazırlanması için. Toplam 346 sayfa. İkinci eser ise birincinin Ramazan Çiftlikçi  ve Kemal Deniz tarafından yapılan eklemelerle biraz daha genişletilmiş hali. 432 sayfa. Birkaç röportaj, Güney’in doğduğu eve ait fotoğraflar, Güney’in değişik konularda yazdığı makaleleri ve onun hakkında yazılmış bazı makaleleri içeriyor. Üçüncü ve son kaynağım ise Eflatun Cem Güney’in Masallar adlı kitabı. 1992 yılında Kültür Bakanlığı Yayınlarından çıkmış.

Masalcı Baba’nın hayat hikâyesini masal şeklinde anlatmaya çalıştım. İnşallah yapabilmişimdir.

Bir gün başımdan kavak yelleri esti… Nasip, kısmet deyip düştüm yola. Az gittim, uz gittim; inişlerde ter dökerek, yokuşlarda tırnak sökerek dere, tepe düz gittim, üç köy çıktı uğruma. İkisi viran, meran; birinin de aslı var, astarı yok… Aslı astarı yok köyde üç kuyu kazdım, üç kuruş kazandım. İkisi silik milik, birinin de yazısı var, turası yok. Turasızı aldım, çarşıya daldım. Bir de baktım, tüfekçinin birinde üç tüfek. İkisi kırık mırık, birinin de kundağı var, çakmağı yok… Ne ona baktım, ne buna baktım, çakmaksızı dala taktım. Yürüdüm babam yürüdüm; gölgemi peşimde sürüdüm. Bir de baktım, bitmemiş bir ağacın dibinde üç tavşan. İkisi daha doğmamış, birinin de adı var sanı yok… Adı var sanı yok tavşanı avladım, tüfeğimi pekmezinen yağladım, yeniden düştüm yola, haydi avcılar başı uğurlar ola… Az gittim, uz gittim, çayır çimen geçerek, lâle sümbül biçerek altı ayla bir güz gittim. Bir de baktım üç ev. İkisi yıkık mıkık, birinin de üstü açık, dört duvarı yok… Üstü açık evden üç hatun çıktı; ikisi yalan dolan, biri de Kaf Dağında doğan. Kaf Dağında doğandan bir kazan istedim, üç kazan verdi cebinden; ya Hint’ten gelmiş yahut da Çin’den. İkisi yamuk yumuk, birinin de kenarı var dibi yok… Dipsiz kazanı vurdum ocağa, ne baltaya baktım ne bıçağa; yok oğlu yok tavşanı doğradım kazana; göz değmesin, şu mavalı dizip, bozana…

Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş.  Çok söylemesi günah, söyleneni dinlememek çok ayıpmış. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…

Malatya’nın Hekimhan derler bir kazası varmış. Ahmet Hurşit Bey bu kazada telgraf müdürüymüş. Kendisi aslen Divriğili imiş, burada çalışırken Hekimhan eşrafından Hayriye Hanımla evlenmiş. 1896 yılında da nur topu gibi bir evlatları olmuş. Adını Eflatun Cem koymuşlar. Çocuk nur topu gibiymiş nur topu gibi olmasına ama bahtı karaymış biçarenin. Altı yaşındayken babası göçmüş dar-ı bekaya. Bir sene sonra da anacığı dayanamamış babasının acısına. Hem öksüz hem de yetim kalmış Eflatun Cem. Sivas’taki amcası yanına almış onu. Burada ilkokulu, ortaokulu bitirdikten sonra lisenin edebiyat kolundan mezun olmuş. Zekiymiş Eflatun Cem. O dönemde mezun olmayı başarabilmiş tek talebe oymuş. Öğretmen yapmışlar onu hemen. Çocuk gönlü kaygılardan azade, yüzlerde nur ekinlerde bereket olan yılları; at üstünde mor kâküllü şehzadeleri, falcı kadının sözlerini, hiç unutmamış hayatı boyunca. Hekimhan yıllarından kalma silik hatıraları canlı tutmaya çalışmış Sivas’taki hayatında da.

“Ben masal analarının dizi dibinde yetiştim. Tadı damağımda kalmıştı onların masallarının. (…) sonra bu masalların birer sanat değeri olduklarına inandım. Sözlü bir gelenek hâlinde sürüp gelen bu masalları aynı anlatış tadıyla kaleme almaya çalıştım.”

Belki de hayatı boyunca hasretini çekeceği anasının sıcak dizinde dinlediği masalları hatırlamaya çalışmış. Unutulmasınlar diye kayda geçmiş, araştırmış. Halk kültürünün içine girdikçe bir ummanın içinde olduğunu fark etmiş. Masallardan manilere, âşıkların söylediği şiirlerden fıkralara kadar; bu ummandan, bu sözlü gelenekten neyi bulup yazıya dökebilirse gelecek kuşaklara aktarabileceğini fark etmiş. Hekimhan’dan topladığı masallara Sivas’ta âşıklık geleneği ürünlerini ekleyerek geliştirmeye başlamış araştırmasını. Milli mücadele yıllarında o da öğretmen olarak atandığı Konya’da maarif mücadelesi veriyormuş. Bir yandan da şiirler yazarak, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i hukuk cemiyetinin çalışmalarına katılarak milli mücadeleye destek oluyormuş. Kuvayı Milliye’nin yayın organı olan Öğüt gazetesine yazılar yazmış, İrşat adlı bir dergi çıkarmış, Kuvayı Milliye marşı yazmış bir de. 1920 yılında daha 24 yaşındayken “Matem Sesleri” adlı bir şiir kitabı yayınlamış. Çalışmaları Ankara’nın çiçeği burnunda meclisinin de dikkatini çekmiş. Ankara’ya çağırmışlar onu, eli kalem tutan birisi, en azından yazı işlerini düzene sokana kadar mecliste görev yapsın, sonra isterse yine mesleğine dönsün, masallarını toplasın, öğrencilerini yetiştirsin demişler. TBMM’nin yazı işlerini güzel bir şekilde kuran Eflatun Cem Bey işini tamamladıktan sonra aşkı diyebileceğimiz öğretmenliğe geri dönmüş, bu defa Eskişehir’de. Gider gitmez burada da bir dergi çıkarmış “İstiklal” adında fakat Eskişehir düşman işgaline uğrayınca Kayseri’ye gitmek zorunda kalmış. Kurtuluş Savaşı bittikten sonra Sivas’a dönmüş, mezun olduğu lisede öğretmen olarak çalışmaya başlamış. Yine dergi çıkarmış burada da “Duygu ve Düşünce” Yeni cumhuriyet Eflatun Cem Bey’in gayretlerinden faydalanmak istemiş. Onu yine çağırmışlar Ankara’ya edebiyat kitaplarını inceleyip düzenlesin diye. Eflatun Cem ise Anadolu aşığıymış. Hiçbir zaman kalmak istememiş başkentte. Başka başka yerlere gitmek, sözlü kültür mirasını toparlamak istemiş. İşini bitirir bitirmez bu defa Samsun’a gitmiş. Samsun’da da daha sonra gideceği yerlerde de hiç boş durmamış. Afyon’da, Kütahya’da Samsun’da öğretmenliğin dışında dergiler çıkarmış, gezici kütüphaneler kurmuş, köylere gitmiş, masallar, hikâyeler, fıkralar toplamış. 1944 yılında hasta olan oğlunu tedavi ettirebilmek için İstanbul’un yolunu tutmuş. Haydarpaşa Lisesi’nde sürdürmüş öğretmenliğini. Bu yıl öksüz-yetimliğine bir de evlat acısı eklenmiş; oğlunu kaybetmiş. Bu tarihten sonra kendini yollara vurmuş yazar. Köy köy kasaba kasaba dolaşarak arşivini genişletmiş. Gün gelmiş bir ocak başında yaşlı teyzelerden masallar dinlemiş, gün gelmiş bir köy kahvesinde aşıkların şiirlerini. Hepsini kayıt altına almış gelecek nesillere aktarmak için. Kitaplaştırmış ve yayınlamış. Eserleri sadece Türkiye’de değil bütün dünyada ilgiyle okunmuş. Uluslararası ödüller kazanmış çalışmalarıyla. 1960’tan itibaren İstanbul Radyosu’nda hazırladığı Bir varmış Bir yokmuş saatiyle çocukların karşısına çıkmış masallarıyla. Çizgi filmlerin, bilgisayar oyunlarının, Çin malı oyuncakların olmadığı bir zamanda çocukların mutluluk kaynağı olmuş. Bundan sonra “Masal Babası” olmuş adı.

Eflatun Cem Güney adı masallarla özdeşleşmiş bir isimdir. Halk edebiyatı ürünleri ile ilgili yaptığı çalışmalar oğlunun vefatından sonra en çok masal alanında yoğunlaşır. Belki de her şeyin mümkün olduğu bu dünyada oğlunu arıyordu yazar, kim bilir. Kerem ile Aslı kitabında kendinden “Masal Delisi” diye bahseder yazar. Herkes bir şeyin delisiyse ben de masal delisiyim der. “Kimi gül, kimi bülbül delisi, kimi lale kimi sümbül delisi; kimi çul kimi pul delisi; ne bileyim ben, kimi benim gibi masal delisi, kimi senin gibi maval delisi, kimi Kerem gibi Aslı’nın, asılsızın delisi… Eh işte dünya biraz da bu delilerin yüzü suyu hürmetine dönüyor ya!”

Eğitimci Yönü: Eflatun Cem Güney’in hayatını araştırırken ilk olarak eğitimci yönü çekti dikkatimi. Bu masal deliliğinin altında yatan sebep ne olabilir diye uzun uzun düşündüm. Masallarını tek tek okuduktan sonra bir eğitimcinin, eğitime inanan bir insanın bu masallar vasıtası ile çocuklara ve gençlere bir şeyler kazandırmak için uğraştığına kanaat getirdim. Masallarda olan neydi? Masalların eğitime bakan yönü neydi?

“Keloğlan, Peri kızı, Devanası, Yedi Köyün Yüzkarası, İddi ile Bidı, Hılı ile dılı, Kara Ese, Sarı Köse… Bu masal kahramanlarının hamuru, mayası bir ama huyu, suyu bir değil; akı da var, karası da… Akyürekliler arasında, gönül alıp Kâbe yapanlar mı dersin, hakka hakikate tapanlar mı? On parmağını kandil edip yakanlar mı dersin, on parmağında on hüner olanlar mı? Kara yürekliler arasında da, kendilerini dev aynasında görenler de vardır, burnu Kaf dağında gezenler de. Saman altından su yürütenler de vardır, ipe un serenler de… Görülüyor ki içlerinde beğenilen, örnek edilmesi değenler de bulunuyor, beğenilmeyen, şerrinden kaçılması gerekenler de… İşte masalların da asıl eğitim değeri burada…”

Bugün de, tarihin her döneminde de çocukların ve gençlerin eğitimi tüm ülkeler için en önemli meselelerden biri olmuştur. Bir arkadaşım yeni bulunan bazı Hitit tabletlerinin çözüldüğünden bahsetmişti. Toplumda saygı diye bir şey kalmadı, gençler iyice zıvanadan çıktı gibi şeyler yazıyormuş tabletlerde. İnsanlık tarihinin belki de her döneminde “bu gençlerin hali ne olacak” denmiştir. Huzurlu bir toplumun yetişmesi için iyi eğitim şarttır. Tarihe baktığımız zaman yine, en kuvvetli devletlerin eğitim sistemlerinin de bulundukları çağın ötesinde olduğunu müşahede ediyoruz. İşte Eflatun Cem Güney’in bana göre amacı ideal bireyler yetiştirmenin tohumlarını atmaktı. Toparladığı masallara kendinden de bir şeyler katarak halkın bilgeliğinin ürünleri ile kendi ideal gencinin özelliklerini birleştirdi. Masallardaki dersler neler?

  • Kimseye muhtaç olmadan çalışmak, emeğin önemi: İddia bayilerinin, at yarışı oynatan yerlerin önünde bekleyen insanların Eflatun Cem Güney masallarını dinlemediklerini farz ediyorum.
  • İstediğin şey senin için hayırlı olmayabilir, bu yüzden verilene şükret: Gözünü yükseklere dikip mutluluğu hep kazançlı yarınlara erteleyenler masal dinledi mi?
  • Anne Babaya itaat: Anne babasını huzurevlerine bırakanları düşünüyorum. Suç onlarda mı, Anne-Baba’ya sevgi-saygı duygularını içeren masalları anlatmayan ebeveynlerde mi?
  • Üvey annenin yaptığı eziyetler: Boşanıp çocuklarınızı üvey anne elinde büyütmeyin.
  • Kibirli, zalim, gaddar olmamalı, olanlardan uzak durmalı.
  • Adil kimse haksızlığın karşısında dilsiz şeytan olmaz, müdahale eder.
  • Adalet sonunda yerini bulur.
  • Başkalarının konuşmalarına hemen inanmamak lazım: Doğru sözlü olun ama karşıdakilerin her zaman doğru sözlü olacağı saflığı içinde olmayın. Kandırılırsınız.
  • Ailenizi hiçbir zaman yalnız bırakmayın.
  • Sabır en büyük erdemlerden biridir. Olmayacak işler bile sabırla netice verebilir: Bu mesajı bugünün yatıp kalkıp zengin olmayı isteyen insanları dinledi mi acaba?
  • Başkalarının fikrini almak, istişare etmek çok önemlidir. Bir iş yapacakken mümkün mertebe bilenlere danışmak gerekir.
  • Yapılan kötülük cezasız kalmaz.
  • Kara taşın üzerindeki kara karıncayı görebilmek önemlidir. Hayatta dikkatli olmak gerekir.
  • Durumu iyi olmayanlara yardım eli uzatmak gerekir.
  • Konuşurken kullandığımız dile dikkat etmemiz gerekir, her zaman nazik olmalı insan.
  • Savaşın galibi olmaz, savaş kötüdür.
  • Hayvanları sevmek gerekir, zarar vermek kötüdür.
  • İyilik eden iyilik bulur, kötülük eden kötülük bulur.
  • Hakikatleri saklamak mümkün değildir, gerçek eninde sonunda ortaya çıkar.

Bütün bu dersler bir araya gelince bir eğitim programı ortaya çıkıyor. Çocukların kişilik gelişiminde masalların rolü çok büyük. Bizlerin çocukluğunda bilgisayar oyunları yoktu. Televizyonlar yedi gün yirmi dört saat çizgi film yayını yapmıyorlardı. Masal anlatacak birisi bulduğumuz zaman bizim için eğlencelerin en büyüğünü yaşıyorduk. Keloğlan devle mücadele ediyor, yiğit şehzade kötü veziri yer ile yeksan ediyordu. İyilik karşılıksız kalmadığı gibi kötülük de cezasız kalmıyordu. Dinlediğimiz masalların görsel bir yansıması olmadığı için görüntüleri kafamızda canlandırıyorduk. Yüzüklerin Efendisi kitabının sinema çekimini izleyince hayal kırıklığına uğramıştım zira kafamda canlandırdığım orta dünya çok daha zengin bir yerdi. Masallarda da böyle bir durum var. Çocuğun kafasında canlandırdığı dünya çizgi filmlerde gördüklerinden çok daha zengin. Anlatılan masalların zihinde uyandırdıkları daha zengin bir hayal gücünün oluşmasına katkıda bulunur. Bugünün çocukları hipnotize olmuş gibi televizyon izliyorlar ve kafalarında kurmaları gereken o hayal dünyası zaten kurulmuş bir şekilde kendilerine aktarıldığı için zihinsel bir tembellik yaşıyorlar. Daha çalışkan, daha üretken, daha aktif bir nesil yetiştirmenin yolu onlara verilecek daha iyi bir eğitimden geçiyor ki masallar da bu eğitimde önemli bir yer tutabilir. Bu açıdan çocuklarımıza masal anlatmalı, onları televizyon-bilgisayar başından kurtarmalıyız.

Eflatun Cem Güney’in mesleği Edebiyat öğretmenliğiydi. Öğretmenlik yaptığı uzun yıllar boyunca öğrencileri gözlemlemiş, daha iyi nesiller yetiştirmede masalların ne kadar iyi bir rol oynayabileceğini keşfetmişti. Bu yüzden her yaz tatilinde ya da her fırsat buluşunda köy kasaba demeden dolaşıp bu masalları toparladı. “Masal deyip geçmeyin, kökleri vardır geçmişte, dayanır durur dağ gibi… Dalları vardır üstümüzde, yeşerir gider bağ gibi…”

“Bu masallar, bu hikâyeler, sözlü gelenekteki ağız tadıyla işlenerek halk klâsiklerimizin demirbaş nüshaları meydana getirilebilir… Bu destanlar, bu efsaneler, bizi kendi dar kabuğundan çıkarıp toplumun gönül yaylasına ulaştıracak yeni eserlerin yazılmasına yol açabilir… Bu güzellemeler, bu yiğitlemeler; şu manasız şiir çırpınmaları yerine, yüreklere derinlik, enginlik verecek bir şiir çağlayanı olabilir… Bu türküler, koşmalar ve bu ilâhîler, nefesler ses ve saz sanatçılarımızın dillerine tat, tellerine halavet katacak bir ezgi demeti olabilir.. Folklor edebiyatımıza, folklor müziğimize ait olan kimi eserler de, batı tekniği ile işlenerek yeni bir sanat, yeni bir edebiyat şekline can verilebilir…”

 “Çocuk, okuduğu masallardan kullandığı ana dilini tanır ve sever. Zihin gelişimi ve hayal dünyasında genişlemeler masal sayesinde olur. Çocuğa ilk edebi zevki masallar tattırır. Onu okula hazırlar ve geçmişi ile tanıştırır. Bir çocuk masallarda iyileri, kötüleri, zıtlıkları bulur. Farkına varmadan, hissederek bunları öğrenir. Zamanı geldiğinde de bu bilinçaltına yerleşenleri daha iyi kavrar. Masallar aracılığıyla okuma alışkanlığı kazanan çocuk telaffuzunu düzelttiği, şekillendirdiği gibi yavaş yavaş dil bilgisinin önemine varır. Atalarını, onların inanç ve değerlerini yaşadığı toplumun gelenek ve göreneklerini masal dünyasında tanır. İnsanlara sevgi, olaylara sabır göstermeyi bu zevkli dünyanın tozpembe aydınlığında görür. Sınırsız hayallerini masal dünyasının imkânları içerisinde tatmin eden çocuk, yeni yeni hayaller, masallar üretir. Bu da onu sanatkâr kılar… Zekâ gelişimiyle birlikte olaylar ve durumlar arasında bağ kurma yetisi kazanır. İrdeleme, inceleme ve soru sorma alışkanlıkları edinir.” (Selim Emiroğlu) Eflatun Cem Güney’e göre de masalın yaşı başı olmaz. Dünya milletleri çocuklarının ruhunu masallarla besliyor, değişik melekeleri masallar sayesinde kazandırıyor.

Kerem ile Aslı

Az gittiler, uz gittiler; gözlerinden kıvılcımlar dökerek, “Gümüşlü Günbedi” geçip “Hadımpınarından” içerek dere tepe düz gittiler. Derken “Lâleli dağı”nda öyle bir tipiye tutuldular öyle bir tipiye tutuldular ki, nasıl söyleyeyim, kitapların yazdığı Tufan mı, ne ama, bu Allah’ın dağında ne Nuh Nebi var, ne de Nuh’un gemisi gibi bir gemi… Kanatlanıp uçacak değiller ya, ne yapsınlar; güç bela bir mağara bulup başlarını soktular ya… Sofu tipiye baktı:

“Gayri vademiz yetti; bu mağarada kalacak ölümüz bizim!” Diye inledi. Kerem de Sofu’ya baktı:

“Demek kavuşmamız mahşere kaldı; ahrette açacak gülümüz bizim!” diye inledi ve sonra aldı sazı eline, bakalım daha ne dedi:

Lâleli dağında yolum azdırdım,
Çağırırım Kadir Mevlâ aman hey.
Bir yanımda yağmur yağar, kar serper,
Bir yanımda yüce dağlar duman hey.

Eğilir, dağların başı eğilir,
Derdim artar yaralarım yeniler,
Gözüm görmez kulaklarım çınılar,
Kadir Mevlâm benim halim yaman hey.

Kurtlar kuşlar yığılırsa başıma,
Bakar mı gözümden akan yaşıma,
Zalim felek ağu kattı aşıma,
Nerde görem yâr yüzünü güman hey.

Âşık odur kendi kendin kaynata,
Yiğit odur meydanda baş oynata,
Kerem eder ölüm haktır dünyada,
Ahirette karşı gelsin iman hey.

Deyip de öyle bir ah etti ki Kerem, kar yerine kor yağıyormuş gibi buram buram terlemeye başladı kayalar… Bir de nerde var nerde yok bir derviş peyda olup mağaranın önünde: “Erenler ne diye kırk öksüzle bir mağarada kalmış gibi ah ü vah ediyorsunuz; atlarınız donup kaldıysa gelin, götüreyim gideceğiniz yere…”

Deyip ikisini de terkisine aldı ve: “Ha bakın; atım deli mi dedin delidir; yumun gözünüzü!” dedi; yumdular gözlerini… Sonra “Açın gözünüzü!” dedi, açtılar gözlerini, gördüler ki, ne görsünler, “Erzurum kalesi”nin dibinde, kale gibi bir konağın önündeler! Hemen eline eteğine yapışacak oldular ya, meğer Hızır değil mi imiş o devletli! Bir göz yumup açıncaya dek sır olmuş…” (Eflatun Cem Güney, Kerem ile Aslı, s. 81-82)

Eflatun Cem Güney sadece masal değil efsane ve halk hikâyeleri de toparlamıştır. Yukarıda bir parçası olan Kerem ile Aslı hikâyesi gibi halk hikâyeleri; masallar, efsaneler, Nasreddin Hoca fıkraları ile araştırmaları da mevcuttur.

Çetin Eflatun Güney: Eflatun Cem Güney’in hayatının dönüm noktalarından biri de evladı Çetin Eflatun Güney’i kaybetmesidir. 1944 yılında Güney; henüz 21 yaşında olan, İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe eğitimi alan ve masalları, halk hikâyelerini birlikte topladıkları, yayınladıkları oğlunu kaybeder. Evlat acısı Güney’i çok sarsmıştır. Bir köşeye çekilir ve kırk gün boyunca yas tutar. Kırk günün sonunda “İnsan Çocuğa Ağıtlar” adlı bir eser meydana getirir:

“Çiğ damlalar, gül üşür, gayri ağladığım yetişir; ben yanayım Kerem gibi, kül olayım yana yana; gözyaşlarım üşütür belki ateşimi getireyim sana… Gül oğul güleç oğul; yanına geleceğim er geç oğul…”

“O bir yavru kuştu, dalıma konmuştu, gece demez gündüz demez şakıyıp öterdi. Sesinin baharında yarınlar tomurcuklanır, yaylalar uyanırdı içimde. Sonra ne oldu, nasıl oldu, kahpe felek kartal oldu, kanat vurdu dalıma! Dalım kırıldı, gitti kuşum gelmedi.” “O şimdi bir masal oldu, Ana oldum emzirdim, bir emlik kuzu oldu; Sütüm yetmedi… Çoban oldum güttüm; kuzum koç yiğit oldu; çiçek çiğdem yetmedi… Bağların gülü vardır dağların sümbülü dediler. Nettim neyledim, dişimle tırnağımla bastığı yeri bağ ettim… Günlerden bir gün muhannetin biri onu gördü, emlik kuzu biliyordu koç yiğide dönmüş; filiz sanıyordu bir fidan boy olmuş… İnanamadı buna! Bir düşündü iki kurdu; bir durdu bir daha baktı derken kör olası göz değdi ona! Güvendiğim dal kırıldı geldi, bağım dağ oldu dağ da yandı bitti kül oldu. İki elim böğrümde, muradım koynumda kaldı…”

Bu acılar yazarı masallardan uzaklaştıracağına daha da yaklaştırmış. Eflatun Cem Güney’i masallara bağlayan bir diğer yönü de evladını kaybetmiş bir baba olması gibi geliyor bana. Ölümün madeni soğukluğunun, geri dönüşsüzlüğünün karşısında Güney masalların her şeyi mümkün kılan dünyasına sığınıyor. Kendi acısı gibi acı çekmiyor masallarda insanlar. Ya peri padişahı alıp geri getiriyor oğlunu kendine ya da Deli Dumrul gibi bir Koçyiğit Azrail’in elinden çekip kurtarıyor oğlunu.

 “Bilindiği gibi masallar, halkın hayal gücüyle yarattığı verimlerdir. Fakat bunlar sadece birer kuru hayal değildir: gerçeğin de büyük payı vardır. Halk hikâyelerinde gerçek ön plânda, hayal arka plânda gelir. Bu gerçekler düpedüz değil de masal motifleriyle anlatılır. Bu bakımdan kendi toplumumuzun yaşantılarını da bize öğretir. Hele insanı insana tanıtıcı yönü daha kuvvetlidir. Gerçekten masallar insan ruhlarında yapılmış gezilerdir. Halk ruhunun vatanı olan bu eserlerde halk kendini, kendi dilini, kendi kalbini, kendi kalbinin gülen ve ağlayan tellerini buluyor.”

 Bizim de bir masal dünyamız var; uçsuz, bucaksız bir dünya bu! Kel Oğlanı da içine alır, Köroğlunu da; peri kızını da içine alır, dev anasını da; seni de içine alır; beni de; gene de bir fındık kabuğuna sığar, yedi dünyaya sığmaz. Hani, su masal dünyasını bir dönüp dolanayım diye, demir çarık, demir asa yola düşseniz; dere, tepe düz, altı ayla bir güz gitseniz, bir arpa boyu yol gidersiniz ancak! İyisi mi, gelin derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçerek; lâle, sümbül derleyip, soğuk sular içerek; daha da yorulursanız Hızır’ın atına binerek bir tandır başına götüreyim sizi. Vay ne masallar, ne masallar var orada; makas kesmedik, iğne batmadık masallar! Oturup bunları dinlemekle kalkıp şu dünyayı dolaşmak bir bence… Öyle ya, masal deyip geçmeyin; kökleri vardır geçmişte, dayanır durur dağ gibi.. Dalları var üstümüzde; yeşerir gider, bağ gibi, ama anlatılacağı gibi anlatılırsa. Zira asıl tadı  anlatılışındadır bunların; hele masal ağzıyla iki tekerleyip bir yuvarlamasını bilen masal ustalarından dinlenirse tadına doyum olmaz doğrusu. Ha işte bu niyetle sizi bir tandır başına götüreyim dedim ama, bir yer bulabilirsek ne mutlu! Çünkü Allahın kışı, tandırın başı olur da kim gelmez. Çağrılan da gelir, çağrılmayan da; havlanan da gelir, huylanan da; ahlanan da gelir, ohlanan da; kambur Ese de gelir, Sarı köse de; hasılı, seyrek basandan sık dokuyana, bir taşla iki kuş vurandan her yumurtaya bir kulp takana kadar kim var, kim yok, sırtı bütün, karnı tok.. cümlesi gelir toplanır ama, masalcıbaşıyı masala başlatmak kolay mı? Mübarek, kendini naza çektikçe çeker; onu söyletmek için her biri bir dereden su getirmeye başlar. Kimi yukarıdan atıp aşağıdan tutar, kimi ağzını yumup dilini yutar; kimi ince eğirip sık dokur, kimi süt dökmüş kedi gibi oturur; kimi akıntıya kürek çeker, kiminin kırdığı ceviz kırkı geçer; daha daha bir yığın maval, martaval derken masalcımızın çenesi açılır, gayri öyle bir dizip koşar ki, ağzından bal akar, dili de kaymak çalar balın üstüne! İmdi; kalem benim, söz onun; nokta benim, harf onun; okuyun okuyabildiğiniz kadar! Okudukça gönlünüz gül olup açılacak; diliniz de bülbül olup şakıyacak…

 Andersen Şeref Diploması verildiği zaman sevinmedim desem bir tuhaf olur. Ama asıl şeref milletimize ait. Çünkü bu masalları yaratan odur. Kalem benim dil onun, nokta benim harf onun. Başka ne payım var ki benim. Göz nuru pahasına hazırladığım eserler 61’i buldu.

Gökten üç elma düştü, beni hatırlayıp ananların başına.

Eflâtun Cem GÜNEY

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir