Drina Köprüsü [Ivo Andriç]

Birlikte geçirilen bir felâket kadar insanları birbirine bağlayan hiç bir şey yoktur.

Drina Köprüsü’nü okurken, yazar bu kadarcık bir kitaba bu kadar uzun bir hikâyeyi nasıl sığdırabilmiş diye hayret ettim. Drina Köprüsü’nün Sokullu Mehmet Paşa tarafından inşası; ardından yirminci yüzyıla kadar geçen tüm hadiseler. Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler; aşklar, savaşlar, dedikodular, halk efsaneleri…

“Bilirler ki, bu köprüyü Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa yaptırmıştır ve o, bu köprü ile kasabayı çerçeveleyen şu dağlardan birindeki Sokoloviç köyünde doğmuştur.”

“Köprüyü kasabaya bağlayan pazar yerinde kazan kazan helva pişti ve sıcak sıcak halka dağıtıldı. Bayramda bile şeker yemeyenler, bol bol şeker yedi. Kasabanın çevresindeki köylere kadar helva yiyen herkes Sadrazama ve eserlerine uzun ömür vermesi için Allaha dua etti. Kazanın başına on dört defa gelen çocuklar vardı. Aşçılar artık onları tanımışlar, kepçelerle kovalıyorlardı. Bir çingene çocuğu, helvayı fazla kaçırdığından o gece öldü.”

“Son yıllar içinde zayıflamış, kamburlaşmış, âdeta solmuş ve yüzünün çizgileri sertleşmişti. Şimdi böyle göğsü bağrı açık, başı çıplak, kanlar içinde yatarken, daha bir dakika önce Osmanlı İmparatorluğunu idare eden devlet adamından çok, öldürülmüş, Sokoloviç’li bir köylüye benziyordu.”

Köprü Osmanlı’nın en parlak zamanında inşa ediliyor. Osmanlı yavaş yavaş çözülürken köprü bu çözülmenin yansımalarına da şahitlik ediyor. Osmanlı dağılıyor, devlet düzeni yavaş yavaş kayboluyor. Köprüyü ve hemen yanındaki Taş Han’ı idare eden vakıf arazileri de yitirilince han bakımsızlıktan çürüyüp gidiyor. Köprü ise varlığını ve şahitliğini devam ettiriyor.

“Rivayet eder ki, insanlarla ülkeleri birbirinden ayıran uçurumlar, ırmaklar böylece meydana gelmiş ve Allanın Âdemoğluna gıdasını sağlayacak bir bahçe gibi hediye ettiği dünyada onların bir yerden başka bir yere gitmelerini imkânsız bir hale sokmuş. Allah bu melunun yaptığı işleri görünce, gazaba gelmiş ama şeytanın bozduğu bu işi baştan yapamayacağı için, insanlara yardım etmeleri ve her şeyi kolaylaştırmaları için meleklerini yollamış. Melekler zavallı insanların bu derinlikleri ve uçurumları aşamadıklarını, işlerini göremediklerini, bir kıyıdan öbür kıyıya seslenerek boşuna vakit kaybettiklerini görünce, bu yerlerin üstüne kanatlarını germişler, insanlar da bir yandan öbür yana kolayca geçebilmişler. Âdemoğlu da köprünün nasıl yapıldığını işte bu meleklerden öğrenmişler. Onun için köprü yaptırmak çeşme yaptırmaktan sonra en büyük sevaptır. Her köprünün ne biçim olursa olsun, ister bir selin üstüne uzatılan bir ağaç kütüğü, ister Mehmet Paşa’nın güzel eseri gibi olsun, başında daima bir melek bekler. Ve Cenabı Hak ona ne kadar ömür verdi ise o kadar dayanır.”

Köprünün ve hanın koruması işini yüzyıllarca üstlenen bir aile var. Mütevelli ailesi. Birkaç yüz yıl süren hikâyenin bir yerinde geçen bir isim çok hoşuma gitti: Ali Hoca Mütevelli.

Zamanın bölünmez bütünlüğünün içinde bir yerde bir de bakıyorlar ki Osmanlı onlar için maziye karışmış. Artık Avusturya Macaristan İmparatorluğunun bir kasabası olmuş köprünün bulunduğu Vişegrad.

“İhtiyarlar, gerek genel, gerek özel hayatın en mükemmel biçimi saydıkları, Türklerin zamanındaki o tatlı huzuru arıyorlardı. Ama onların sayısı azdı. Ötekiler, hepsi de, gürültücü, heyecanlı bir hayat peşinde idiler. Hep heyecan arıyor, hiç değilse başkalarının heyecanının yankısını duymak istiyorlardı… Yalancı bir heyecan veren gürültülü patırtılı hayata da razı idiler. Bu istek, sadece ruh hali üzerinde değil, kasabanın dış görünüşü üzerinde de etki yapıyordu. Kapiya’nın üstündeki o eski düzenli yaşayış, o zararsız şakalar, aşk şarkıları, gökyüzünün, suların ve dağların arasında geçen yaşam, o bile değişmeye başlamıştı.”

“Bu yeni gelenekler, (disiplinsiz bir hayat, saygısızlık, daha canlı bir ticaret ve daha bol bir kazanç) yerleştiğinden beri…”

“Üçte ikisi hâlâ doğululuğunu koruyan bu uzak kasabada bile insanlar sayıların esiri olmaya ve istatistiklere inanmaya başlamışlardı.”

“Çocukluklarında Türk egemenliği, Lika’dan, Kordum’dan İstanbul’a kadar; İstanbul’dan da ta o uzak ve erişilmez Arabistan’ın çöllerle kaplı belirsiz sınırlarına uzanıyordu. (Türk egemenliği demek… Muhammed dininin birleştirdiği yıkılmaz, parçalanmaz büyük bir topluluk demekti. Yeryüzünde müezzinlerin müminleri namaza çağırdıkları bütün yerleri içine alan topraklar demekti) Bunu çok iyi hatırlıyorlardı. Ama hayatları süresince, Türk egemenliğinin Sırbistan’dan Bosna’ya, Bosna’dan da Sancağa doğru çekildiğini de hatırlıyordu. İşte şimdi de bu egemenlik, gözlerinin önünde, heves ve keyfine bağlı gelgit suları gibi azalmış ve birdenbire gözlerinden uzak yerlere çekilmişti. Ve onlar da sular çekildikten sonra karada kalan su bitkileri gibi… Aldatılmış… Bırakılmış, kendi alın yazılarıyla baş başa kalmışlardı.”

“Bu Müslüman çocuğu gibi felsefelerini kanlarında taşıyanlar, onunla yaşar ve onunla ölürler. Onu sözlerle anlatmayı bilmez, bunu gerekli görmezler.”

“Osmanlılar der ki: “Üç şey saklanamaz: Aşk, öksürük ve fakirlik.”

Dediğim gibi, şu kadar bir kitaba o kadar çok şey sığdırmış ki yazar. Neresini anlatayım, nasıl bahsedeyim, ben bile şaşırdım. Sırplarla Boşnakların sosyal ilişkilerinin geçirdiği aşamalar. Değişik etnik gruplar arasındaki ilişkiler. İsyanlar, savaşlar ve hepsinin içinde yaşam savaşını sürdürmeye çalışan insanlar. Tüm bunların cansız tanığı Drina Köprüsü. Burada yaptığım birkaç alıntıyla olacak gibi değil. Baştan sonra okunması gereken bir eser Drina Köprüsü.

Ivo Andriç’in bu müthiş romanının çevirisi de bir o kadar övgüyü hak ediyor. Hasan Ali Ediz’in de Ivo Andriç’in de ruhları şad olsun. 350 sayfalık bu eser Altın Kitaplar’dan çıkmış. Bugün muhakkak farklı baskıları da vardır piyasada.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir