Dergâh’ın Sırrı [Erdoğan Çınar]

Kitabın ana argümanıyla başlayayım. Dünyanın en eski dini ana tanrıça Ma’ya tapınılan bir dindir. Bu dinin temelinde hayatın ışıktan meydana geldiği, dünyanın sonrasının olmadığı, yine ışığa dönüş yapılacağı yani bütün mevcudatın bir olduğu ve ölümle birlikte o bire dönüş yapılacağı fikri var. Ana tanrıça Ma hayatın kaynağıdır ve dönüş yine ona olacaktır. Tanrıçanın dişi bir kişiliği var, bir de eşi rolündeki Adra vardır. Bu dişi ve erkek kişilikleri güneş ve ay temsil eder. Bu din Anadolu’da ilk yerleşik hayata geçenlerle birlikte var olmuştur ve bin yıllarca varlığını sürdürmüştür. İlk çağlarda adına tapınaklar yapılan ana tanrıça daha sonra diğer dinlerin ortaya çıkması ve baskıcı kimliklerini dayatması neticesi tabiri caizse yeraltına inmiştir. Luvalar, Frigler, Sümerler, Truvalılar (Truva kenti Adra adına inşa edilen bir kentmiş) ve hatta Roma bile bu dinin mensuplarınca kurulmuş fakat Hıristiyanlık yayılmaya başlayınca mecburen kendilerini gizlemek zorunda kalmışlar. Hıristiyanlık yayılınca Hıristiyan gibi görünmüşler. Anadolu’nun yerleşik halkı değişmeden aynı kişiler ve aynı dinin mensupları olarak varlıklarını sürdürmüşler bugüne kadar. İslamiyet gelince de Müslüman gibi görünmüşler. Alevilik iyi bir sığınak olmuş bu toplum için. Kavramlarını Alevilik adıyla gizlemişler. Ay Hz. Ali Gün ise Hz. Muhammed’i temsil etmiş gibi görünse de Ay Adra’yı Gün de Ana Tanrıça Ma’yı temsil ediyormuş esasında. Kavramlar hep İslam’ın kişi ve kavramlarının ardına gizlenmişler. Alevi kelimesi aslında Luvi’den geliyor. Luviler kendilerine “Işık İnsanları” demişler. Alevilere de Osmanlı tarihçileri 16. yüzyıla kadar “Işıklar” demiş. Tabi bizzat kaynağından okumadığım için bilmiyorum. Yazarın ifadeleri böyle. Dikkate değecek bir çok noktayı da notlarımın arasına aldım aşağıda alıntılayacağım. 21 Mart bu dinin kutsal hac günü, bayram günü. Bin yıllardır 21 Martta bayram kutluyor Alevilik dini mensupları. Hacı Bektaş Veli kendi zamanında bu geleneği sürdürüyor. Hacı Bektaş Veli zamanında unutulmuş olan bu geleneği yeniden canlandırıyor fakat 16. yüzyılda Osmanlı yeniden yasaklıyor bu bayramı.

 “M.S. 325 yılında Roma İmparatoru I. Konstantin tarafından toplanan İznik Konsili’nde Hristiyanlığın Roma İmparatorluk sınırları içinde devletin resmi ve zorunlu dini olarak kabul edilmesi Anadolu halkının başına gelen beklenmedik çok büyük bir felaket oldu. Yeni İsa dininin Anadolu’nun üzerini bir kabus gibi örtmesinden önce Anadolu halkı imparatorluk yönetiminin mutlak denetimi ve tasarrufu altında olmayan Ma tapınaklarına bağlı bir yaşam sürdürüyordu. Ma tapınakları ve tapınak çevresinde şekillenmiş şehirler kendi yasaları kendi kutsal ve dokunulmaz yönetimleri ve kendi toprakları olan bağımsız yapılardı. Ma tapınaklarının ruhani etkinliği çok yüksekti ve kendisine bağlı topluluklar üzerindeki yaptırım gücü Roma İmparatorluğunu kıskandıracak, telaşlandıracak ve hatta korkutacak boyutlardaydı. I. Konstantin kendi siyasi iktidarının ve devletin devamlılığının önünde en büyük tehlike olarak gördüğü Ma kültünün Roma imparatorluğu içindeki nüfuzlarının ortadan kaldırılmasının yolunun Roma İmparatorluğu’nun bir resmi din çerçevesinde ve bu dinin teokratik esaslarına göre yeniden örgütlenmesiyle mümkün olacağını düşünüyordu. Hristiyanlık işte böyle bir ihtiyaçtan doğdu.”

Bu iddiayı destekleyen birçok açıklaması var yazarın. Kaynaklar da göstermiş ve bu kaynaklar ışığında yorumlarını çıkarmış. Mümkün değil diyemiyorum. Yazara göre Hristiyanlık Ma kültünün öğelerini alarak şekle girmiş ve ardından Osmanlı döneminde başka bir revizyona tabi olmuş.

“Hıristiyanlığın eskiyi anımsatan yeni din tasarımıyla Ma tapınaklarının on iki hizmetlisi, Hristiyan dogması içinde İsa’nın on iki havarisine dönüştü. Hemen hemen tüm ezoterik yapılanmalarda var olan ve evren-dünya-insan birlikteliğinin ifadesi olan üçlü teslis Kutsal Ruh-Meryem-İsa adlarıyla Hıristiyanlaştı. Bugün bile Anadolu’da pek çok Alevi köyünde kutlanan yumurta bayramı, Hristiyanların Paskalya’sına dönüştürüldü. Kardeşlik örgütlenmelerine has bir ihraç kurumu olan düşkünlük, Hristiyanlık tarafından aforoz adı altında kopyalandı. Hristiyanlığın ayrılmaz parçası ve temeli olan yeni yıl kutlamaları, Noel Baba, İsa’nın çarmıhı İsa’nın yaşamı ve İsa’nın gösterdiği mucizelerin tamamı Ma kültünün kadim mitlerinden kopyalandı.”

 “Eldeki veriler Kerbela Vakasının ve On İki İmamcılığın alevi erkânına on altıncı yüzyıldan itibaren girdiğini gösteriyor.”

“Alevi ruhbanları yeni sığınaklarında On İki İmamcılığın saygın isimleri 4. İmam Zeynel Abidin ve 7. İmam Musa Kazım’la akraba olduklarını öne sürerek eski itibarlarını muhafaza etme yolunu seçtiler. Saintler seyit, hagio’lar hacı oldular.”

Yazar kitap boyunca bugünkü Alevilik ile Ma kültü arasındaki paralellikleri ortaya koymaya çalışıyor. Bunu yaparken Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesinden faydalanıyor. Aleviliğin nasıl bugünkü haline evrildiğini de anlatmaya çalışıyor.

“Luviler uzak geçmişte bugünkü Alevi coğrafyasında yaşadılar. Alevlerin Hacıbektaş ilçesindeki kutsal mabetleri eski çağda Luviler tarafından inşa edildi.”

“Luvi sözcüğü Luvi ve Hitit dillerinde Işık İnsanı anlamına gelmekteydi.”

“16. yüzyılın son çeyreğine kadar Aleviler de Osmanlı ülkesinde Işık İnsanları olarak anıldılar.”

“Alevi sözcüğü Işık İnsanı anlamına gelen Luwi kökenli Aluwi sözcüğünün Türkçedeki söylenişidir.”

“Hacı Bektaş Veli Dergahı Kızılırmak nehrinin Anadolu platosu üzerinde çizdiği geniş yayın tam ortasında kalır. Günümüzden 4-5 bin yıl önce Anadolu’nun bilinen ilk yerli halkı Luviler tarafından Ama ya da kısaca Ma adı verdikleri Yaratıcı Büyük Ana adına inşa edildi. “Osmanlı’nın Hacı Bektaş Veli adı üzerine kurguladığı düzmece Alevi tarihi bir iktidar aracı olarak yüzyıllar boyu çok işe yaradı. Tahminlerden ve tahammülden uzun hüküm sürerek Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesine miras olarak aktarıldı.” “Osmanlı’nın gözümüzün önüne diktiği aldatıcı ve yön levhalarının kılavuzluğuna itibar edip Hacı Bektaş Veli’yi yüzyıllar boyu Arap çöllerinde, Asya’nın hiç bilmediğimiz steplerinde aradık.” “Hacı Bektaş Veli’nin adıyla anılan Karahöyük’te sakin Alevi dergahının 1240’lı yıllarda Hacı Bektaş Veli tarafından kurulduğu ve Hacı Bektaş Veli’nin Aleviliğin serçeşmesi olduğu söylemi bütün Alevi yalanları gibi çok yazılmış çok söylenmiş çok tekrarlanmış ve yaygın olarak kabul görmüş olsa da gerçek değildir.”

Daha önce bahsettiğim gibi ay ve güneş çok önemli yer tutuyor bu dinde. Alevilikte de bunun örneklerini ortaya koymaya çalışmış yazar. Benim yıllar önce okuyup anlam veremediğim, Mevlana’nın Divan-ı Kebir’inden bir pasaj vardı. Bu bilgiler ışığında hakikaten anlam kazanıyor bu sözler:

“Alevi erkânında Ali ve Muhammed isimleri İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed ve Hz. Ali’yi değil ay ve güneşi işaret ederler. Ay ve güneş ise birlikte ve ayrı ayrı zamanın başlangıcından bu yana var olan tüm canlı ve cansız varlıklara ruhunu veren yaratıcı büyük ananın sembolüdürler. Aleviler tarafından Hz. Ali şahsında aya ve güne gösterilen saygının asıl adresini en iyi tarif edenlerden biri de Mevlana Celaleddin Rumi’dir. Alevilerin ay ve güneşler özdeşleştirip bir ulu nur olarak tarif ettikleri Hz. Ali’yi Mevlana Celaleddin Rumi şu cümlelerle anlatır. “Cihanın temeli suret buluncaya kadar var olan Ali’ydi. Yer resmedilinceye, zaman husule gelinceye kadar var olan Ali’ydi. Veli, vasi olan Şah Ali cömertliğin, keremin, bağışın sultanı Ali idi. Afaka her bakışımda gördüm ki yakin yüzünden her varlıkta var olan Ali’ydi. Bu küfür olmaz, küfür olan söz bu değildir. Cihan var oldukça Ali var olur. Cihan var olurken de Ali vardı.

hbv

Mevlana Hz. Ali’yi cihan var olmadan evvel var olan, cihan var oldukça da var olan, sahip olan, koruyan, cömertliğin, keremin, bağışın sultanı olarak vasıflandırmıştır. Mevlana’nın Hz. Ali için sıraladığı sıfatlar ve vasıflar 7. Yüzyılda yaşamış bir insanı tarif için fazlaca abartılıdır. Mevlana burada Hz. Ali’yi değil de evrenin ilk oluşumunda var olan ve sonunda var olacak olan doğanın mutlak hâkimi, bolluk ve bereket ihsan eden yaratıcı büyük anayı tanımlamış gibidir.”

Bununla da kalmıyor iddialar. Türk bayrağındaki ay ve yıldızın aslında Ma dinine ait sembollerden oluştuğunu. Yıldızın bir zamanlar 8 yönü temsil eden 8 köşesiyle güneşi ifade eder şekliyle kullanıldığını anlatıyor. Bizans bayrağı ile Osmanlı bayrağının aynı olduğu ve Tanzimat’a kadar kullanıldığını; bugünkü şeklinden pek de farklı olmadığını ifade ediyor.

“Yakın zamana kadar Anadolu’da tüm ana ve ara yönler bir renkle ifade edilirdi. Anadolu insanın dilinde merkeze, güneşin rengine atfen sarı denilmiş ve gün ışığının düştüğü her yön ayrı bir renkle tanımlanmıştır. Sarı: Merkez; Kuzeydoğu: Gökçe; Güneybatı: Akça; Kuzeybatı: Karaca; Güneydoğu: Kızılca; Doğu: Gök; Batı: Ak; Kuzey: Kara; Güney: Kızıl.

Luviler güneşin ışığının yeryüzünde dört ana yön dört de ara yön olmak üzere sekiz yöne düştüğünü ve sekiz köşeyi aydınlattığına inanırlardı. Bu yüzden Ma’yı temsil eden güneş motifi eski çağlardan bugüne kadar sekiz köşeli bir yıldız olarak resmedilmiştir.

Ma kültünün doğduğu coğrafyaya uzun bir süre hâkim olan Bizans imparatorluğunun bayrağı kırmızı zemin üzerine işlenmiş bir hilal ve bu hilalin ortasında yer alan sekiz köşeli bir yıldızdı. Osmanlı imparatorluğu İstanbul’un fethinden sonra bu bayrağı devraldı. Hilal ve ortasındaki sekiz köşeli yıldız Tanzimat fermanı adı verilen Osmanlı yenileşme hareketine kadar hiç değişmeden imparatorluğun bayrağı olarak gönderdeki yerini korudu.”

Yunus Emre’nin Alevi büyüklerinden olduğu için Osmanlı döneminde şiirlerinin yasaklandığı da bir diğer dikkat çekici iddia.

“Yunus emre semavi dinlerin söylemlerine varlık âlemini yaratan ve yaratılanlar diye ikiye ayıranlara varlıkta ikilik güdenlere karşı durdu. Yaratan ve yaratılanın bir olduğunu söyledi. Varlıktaki tüm nesnelerin aynı bütünün parçaları olduğunu savundu. Frigyalı mütevazı dervişin herkesin dünyayı düz zannettiği bir çağda ay ve güneşin döndüğünü söylemesi daha kırk yıl önce evrenin genişlemesi kuramı ile ortaya atılan büyük patlama ya da big bang denilen evrenin ortaya çıkış anını şiirlerinde tarif etmiş olması şaşkınlık vericidir.

Kanuni Süleyman’ın şeyhülislamı Ebussuud Efendi bir fetva verdi ve Frigyalı Yunus Emre’nin şiirlerinin Osmanlı coğrafyasında okunmasını yasakladı ve okuyanların katledilmelerini buyurdu.”

Hemşehrim Battal Gazi Çınar’ın daha önce bir kitabında okuduğum gibi önemli bir karakter Aleviler için. Serçeşme diye nitelediklerinden.

“Battalgazi dergâhı gerçekten de Alevi erkânı içinde suyun başıdır. Battalgazi dergâhı Osmanlı marifeti Hacı Bektaş Veli dergâhını suyun başı olarak öne çıkarılmasından evvel 16. Yüzyıla kadar Anadolu ve balkanlardaki tüm alevi zümrelerinin en büyük mabediydi. Battalgazi dergâhı Anadolu ve balkanlarda çeşitli isimlerle anılan tüm alevi toplulukları Abdallar, Kalenderiler, Vefailer, Hurufiler, Haydariler, Melamiler, Babailer, Ahiler, Bedreddiniler, Bektaşiler, Kızılbaşlar, Işıklar ve Torlaklar yılda bir kere Battalgazi dergâhında bir araya gelirler. Her yıl tekrarladıkları büyük kutlamalarını bu büyük dergâhta ifa ederlerdi.”

Evet, bu ilgi çekici kitap, mantığa uygun iddialarıyla Erdoğan Çınar tarafından yazılmış. Nokta kitap tarafından yayınlanmış. 200 sayfa civarında.  

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir