Denizaşırı Seyahat [Bertrandon de la Broquiére]

Bertradon de la Broquiere’in Denizaşırı Seyahati 1432 yılında başlayıp 1433 yılında bitiyor. Bu seyahat, Türklerin mağlup edilebilmesi için onlar hakkında bilgi sahibi olunması gerektiğini düşünen bir Fransız asilzadesinin fikri neticesinde gerçekleştirilmiş. Bu asilzade, Bourgogne dükü Phileppe le Bon, emrindeki senyörlerden birisi olan seyyahı yani Bertrandon’u görevlendiriyor bu iş için. Seyahatten bahsedeceğim. Kitabın hikâyesi de ilginç. Seyahatten yıllar sonra Dük, Bertrandon’a yolculuğunu yazıya dökmesini söylüyor. 1457 yılında hazırlanan bu kitap 1804’e kadar unutulmuş bir el yazması olarak bir kenarda beklemiş. Elimdeki kitabın ön sayfasından anladığım kadarıyla eseri Fransızcadan çeviren İlhan Arda, çevirisine 1892 yılında yapılan bir baskıyı esas almış. Çeviriden bahsetmişken, önsözde İlhan Arda bu işin zorluğundan bahsetmiş. 1400’lerin Fransızcası ve yazarın edip olmaması kitabı bir muamma haline getirmiş fakat çevirmen çok güzel bir şekilde çözmüş bu bulmacayı.

Kitap Semavi Eyice‘nin sunumu ile başlıyor.  Semavi Eyice, 1975 yılında bu seyahatnamenin özeti niteliğinde bir çalışma yayınlamış. Bu makale kitapta 30 sayfalık bir yer tutuyor. Semavi Eyice neredeyse tüm önemli noktalara değinmiş bu makalesinde.

Seyyahın aslında ajanlık yapmak için yola çıkarılıyor. 1432 yılında Venedik’ten bir gemiye biniyor ve Kudüs’e ulaşıyor. Suriye üzerinden yani Memlûk toprağından geçerek Ramazanoğulları, Karamanoğulları beyliklerinin topraklarından geçtikten sonra Osmanlı beyliğine geçiyor. Buradan Bizans İstanbul’una uğrayıp ardından Edirne, Filibe, Belgrad, Buda ve Viyana’ya uğrayarak yurduna döner.  Seyahatine Memlûk ülkesinde başlar.

“Suriye’de şöyle bir adet vardır: hıristiyan olduğu bilinen bir kimse şehir sokaklarından atla geçmeye kalkışamaz.”

“Pamuğun kadın ve erkek giysilerinden kullanıldığını ilk kez burada gördüm.”

Şam’dayken ilginç bir şey olur, Memlûk sultanı bir emir yayınlamıştır ve Cenevizli ve Katalonyalıların mallarına el koymuştur. Dönemin ticaret güvenliği demek ki çok yüksek değilmiş. Şam’da ayrıca bir Türk kadınının hacdan gelişine şahit olur. Bu kadın Hamza Paşa’nın karısıdır. Hamza Paşa, düzmece Mustafa ayaklanmasında öldürülen Bayezid Paşa’nın kardeşiydi sanırım. Hac kervanının şehre girişi iki gün sürdü diye abartmış seyyah.

Bir yerde Mağriplilerin sahtekar ve güvenilmez kişiler olduğunu söylüyor. Buradaki kastının siyahiler mi Araplar mı olduğunu anlamadım. Türklerin nasıl mağlup edileceği hususunda çalışmalar yapmakla birlikte haklarında olumsuz bir şey de söylemiyor seyyahımız. Bilakis, yaşayışları ve ahlakları hakkında çok olumlu şeyler söylüyor. Fakat seyahatinin ilk zamanlarında karşılaştığı Araplar ve Mağripliler hakkında olumsuz şeyler söylemiş. İki tane Türkmen’in de kendisini soymak için plan yaptıklarından bahsetmiş o dönemlerde fakat Anadolu’ya bilhassa Osmanlı ülkesine girdikten sonra fikirleri değişiklik gösteriyor.

“Hiçbir zaman bir Türkün az da yese çok da yese, yüksek sesle Tanrıya şükretmeden sofradan kalktığını görmedim.”

Seyahatin bir noktasında Bursa’ya giden bir kervana katılarak güvenliğini sağlamış akıllıca bir hamleyle:

“Kafile reisi yola çıkmak istediği vakit ses veren büyük bir şeye tokmakla üç kez vurduruyordu; sesi duyan herkes tek kelime söylemeden meydana çıkıyor ve sonra sıra halinde yola koyuluyorlardı. Bizlerden on kişinin yaptığı gürültü, bu adamlardan bin kişini çıkardığı gürültüden eminim ki daha fazla olurdu.”

Yalnız, kervandakiler hacdan geliyor olmalarına rağmen gizli gizli şarap içiyorlar seyyahın anlattığına göre. İlerleyen yerlerde de sık sık bu gizli şarap içme hadiseleri çıkıyor karşımıza.

“Birbirlerine saygı duyan iyi niyetli insanlardı. Yemek yerken çoğu zaman görmüşümdür, yanlarından bir fakir geçiyorsa onu kendileriyle birlikte yemek yemeğe çağırıyorlardı, bu, bizim hiç yapmadığımız bir şeydi.”

“Türkler neşeli, şen şakrak insanlar; canları isteyince türkü söylerler; türküler onların hayatlarının bir parçasıdır; düşünce ve hüzün nedir hiç bilmezler, her şeyi iyilikle karşılarlar. Sade bir yaşamın ve büyük zorlukların insanıdırlar.”

Kutsal yerleri ziyaret ettikten sonra Ramazanoğlu idaresindeki Adana’dan yoluna devam ederek Karamanoğlu idaresindeki Konya’ya ulaşır.

Konya’da Karamanoğlu beyinin şaşaasına şahit olur. Sarayını, elçileri kabul edişini görür. Anlattıklarını okuyunca, o tarihten 30-40 yıl önce Yıldırım Bayezid’e “ben de senin gibi bir hükümdarım” diyen Karamanoğlu beyinin ne demek istediği kafamda canlandı. Hepsi de kendi çaplarında hükümdar buradaki beylerin. Bir dönem bu coğrafyada yaşanan savaşların önemli bir kısmının sebebi de bu hükümdarlığın cazibesi.

Yolun bir yerinde adı Mehmed olan, Memlûk arkadaşından ayrılıyor seyyah. Ve şöyle söylüyor hakkında:

“Bizim inancımızdan olmayan bir insan, sadece Tanrı aşkıyla bana çok büyük iyilikler yapmıştır, bu unutulmamalıdır. Ayrıca o kendisinden Allah rızası için yardım isteyenlere sadakasını seve seve verirdi.”

Afyonkarahisar’da ne görse beğenirsiniz seyyah:

“Bu yöreye özgü bir yiyecek çeşidi daha gördüm: kabukları çıkarılmış taze cevizler ikiye bölünerek iplere dizilmiş bir halde, kaynamakta olan pekmeze daldırılıyor, çıkarılınca da tutkal gibi donuyordu.”

Bursa’yı tafsilatı ile tarif ettikten sonra geçtiği yerleri yine ayrıntılı bir şekilde anlatarak İstanbul’a ulaşır. Geçtiği yerlerde kendisini Türk zannettiklerinden çok itibar gösteren Rumlar, hıristiyan olduğunu anlar anlamaz tam tersi şekilde kötü davranırlar kendisine.

Seyyah, bir yandan da olası bir savaş için Türklerin özelliklerini not eder ve mağlup etmek için neler yapılması gerektiği hususunda akıl yürütür. Türklerin çok da korkulacak kadar kuvvetli olmadıklarını, asıl özelliklerinin çok seri hareket etmeleri olduğundan sık sık bahseder seyyah. Silahları hafif olduğu için üç günlük mesafeyi bir günde almaktadırlar diye gözlemler. Asla yaya gitmediklerinden bahseder ve oklarının kötü olduğunu söyler.

“Türkler küçük bir masrafla ve az şeyle yetinip yaşayabilen insanlar oldukları için hıristiyanlar onlarla savaşmak üzere kalelerinin dışına çıktıkları zaman aç kalabilirler. Duyduklarıma göre Türkler, ansızın gelir ansızın giderlermiş.”

Yaklaşık 330 sayfalık bu eseri Eren Yayınları basmış. Çok sayıda kelime hatasına rastlamam bu eserin değerini azaltmıyor ama keşke biraz daha dikkat edilseymiş. Kitabın yazarı, seyyah, Bertrandon de la Broquiere. 1892 yılındaki editör Ch. Schefer. Dilimize kazandıransa İlhan Arda.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir