Deli Kurt [Hüseyin Nihal Atsız]

Deli Kurt benim okul öncesi kitaplarımdan birisi. Çok küçükken okuduğum için hatıramdan hiç silinmedi diyebilirim. Bu Ramazan gününde kendimi çok sıkmadan okuyabileceğim kitaplardan biri olduğu için tekrar okudum. Hüseyin Nihal Atsız‘ın eseri Osmanlı’nın fetret döneminde geçiyor. Bu dönemdeki bazı hadiseler, bir Şehzade’nin sonu, Osmanlı’nın o zamanlarki düzeni, yerleşik ordu, tımarlı sipahiler, kapıkulu askerleri ve halk arasındaki ilişkiler. Savaşlar, kahramanlıklar. Bunun yanında çok güzel işlenmiş bir aşk öyküsü. Ötüken Yayınları’nın bastığı kitap 250 sayfa civarı.

“Bu evde Satı Kadın, iki yaşındaki oğlu ile birlikte oturuyordu. Çakır’ın süt anası olan ve onun tarafından sahici bir ana kadar sevilen Satı Kadın komşu Türkmen oymağından bu köye otuz yıl önce gelin gelmişti. Şimdi kırk beş yaşında, sağlam,dinç ve iyi yürekli bir kadındı. Büyük oğlu Niğbolu savaşında, kocası da Ankara Savaşında şehit olmuşlardı. İki kızını evlendirip gurbete  göndermiş, bu evde iki yaşındaki küçük oğlu Evren’le yalnız kalmıştı. Bir dileği Evren’i sipahi yapmaktı. Kocası ve büyük oğlu azap olarak orduya gitmişler, azap olarak ölmüşlerdi. Ama sipahilik başkaydı. Bu bakımdan süt oğlu Çakır’a bayılırdı.”

“Amcası tımarlı sipahi iken Çakır’a Türk usulü silme tokat atmasını öğretmişti. Hasmının yüzüne şiddetle indikten sonra onu silerek ayrılan bu tokat yaman şeydi. Ağaç gövdelerine tokat atarak idman yaparken onun yamanlığını pek anlamamış, fakat bir gün, yakınındaki Rum köyünden üç çocukla kavga ederken nasıl nesne olduğunu görmüştü. Öyle ki, içlerinden biri ve en irisi tokatı yiyip devrilince öteki ikisi tabana kuvvet kaçmış, yaşıtları arasında en hızlı çocuk olan Çakır onlara yetişememişti. Doğrusu kaçan Rum’a yetişmeye imkân  yoktu. Bu onlara Tanrı vergisiydi.”

“Çakır, sol elindeki değneğini sağına geçirdi. Değnek boşlukta bir döndükten sonra çingenenin başına inip tok bir ses çıkardı. Bu vuruş dağda, bayırda saldıran kurt ve ayılardan korunmak için yapılan vuruştu. En azgın aç kurt bile bu vuruşu başına yiyince ölürdü. Tabiidir ki, çingene eşkıyası kurt kadar dayanıklı değildi. Çakır’ın yedi yaşından beri değnekle vuruş talimi yaptığından da habersizdi. Deminki silme tokadı yiyen İbo, belki bir kaç dakika sonra kendine gelebildi. Ama ikinci çingene o anda cehennemi boylamıştı.”

“- İşte Deli Kurt geldi, dediğini duydu.
– Deli Kurt mu ?
–  Evet !
– O da kim ?
– Kim olacak, Murad !
– Neden Deli Kurt diyorsun ?
– Ben demiyorum, köylü diyor ama hani yakışmıyor da değil…”

Nihal Atsız’ın Bedreddin hadisesine bakışıyla ilgili de ipuçları var. Ben şahsen Şeyh Bedreddin’i ve isyanını ve felsefesini biraz desteklerim. Nihal Atsız ise nefretle bakıyor şeyh ve takipçilerine.

“Köylü yeniçeriyi ve yaralıyı göstererek dert yandı.  Senin bu arkadaşın yaralımızı götürüp öldürmek istiyor. Bize bağışla, bağışlamıyor. Ama Ağam! Aracı ol da kurtar. Size akça, mal verelim! Bu teklif Deli Kurt’un ağrına gitti ve birden kan beynine sıçrayarak bağırdı: İhtiyar! Beni ne sandın? Sipahi olduğumu görmüyor musun? Ve onun bu gürlemesinden korkan köylülerin şaşkın bakışları arasında eliyle yeniçeriyi göstererek, sözünü tamamladı: Akçayla, malla bunlara iş yaptırılır. Bu Devşirmelere… Anladın mı? Yeniçeri öfkeden kuduracak gibi oldu: Bre tımarlı! Yeniçeriyi beğenmedin mi? Ben padişahın kapı kuluyum! Senin gibi derme asker mi sandın? Deli Kurt’un sesi gök gürültüsü gibi çıkıyordu. Bre yeniçeri! Kapı kulu olmak seni Gâvur dölü olmaktan kurtarır mı? Kim oluyorsun da bu yaralıyı öldürmeye kalkıyorsun?”

Burada gerçek Türk olmadıkları için Atsız’ın yeniçerileri de çok sevmediğini anlayabiliyoruz. Onları seveceğine Türk kanından gelen Macarlara daha çok iltifat ediyor Atsız.

“O ne tokat vuruştu öyle? Hepimiz böyle tokat vuruyorsanız, kılıç işlemesin diye birer zırh giyip tokatla dövüşseniz de olacak…”

“Masaldaki Şeytan’ı aldatan yedinci kızın, hani şu kalbi olmayan kızın adı yok mu? Kara Çoban, yüzünü göğe çevirerek bir şey arıyormuş gibi bakarken cevap verdi: Olmaz olur mu? Masalda da, gerçekte de kalbi olmayan bütün kızların adı Gökçen’dir!”

“- Bu nedir? diye sordu. Balaban kısaca :
– Kımız, diye cevap verdi.
– Kımız mı? Hiç işitmedim.
– Bunu siz bilmezsiniz. Karamanlılar da bilmez. Varsak’ta yapılır.
– Neden yapılır?
– Kısrak sütünden…
– Bre Balaban! Bu kımız insanı esritir mi? diye sordu.
– Hem de nasıl…”

“ – Müslüman değilim.
– Nesin?
– Türküm dedim ya…
– Ben de Türküm ama Müslümanım da… Senin dinini öğrenmek istiyorum.
Kadın bir zaman sustuktan sonra şu cevabı verdi :
– Biz insanları dinlerine göre değil, soylarına göre ayırırız…”

“Zaten ölüm korkulacak bir nesne değildi ki… Tımarlı sipahiydi ve işi gücü can pazarında alışveriş etmekti. Bir kaç defa ölümle yüz yüze gelmiş, ölmemişti. Ölebilirdi. Bir sipahi ölmekle kıyamet kopmazdı ya…”

“Ama Macar’a gelince iş değişiyordu. Hele atlısı pek yaman, gözü pek oluyordu. Doğrusu Türkle Macar çarpıştığı zaman savaş savaşa benziyor, tadına doyum olmuyordu.” 

 “Artık hiç bir şey görünmüyor, fırtınanın uğradığı bu yolda yalnız bir atın nal sesleri ve bir insanın hıçkırıkları işitiliyordu…”

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir