Çatışma

Okulda öğrenci, caddede hippi, mahallede ezik. Pazarda esnaf, halı sahada defans,  evde kılıbık. Fabrikada işçi, bakkalda müşteri, sokakta serseri. Camide imam, otobüste yolcu, okulda veli. Dairede memur, kahvede borçlu, tekkede mürit. Evde baba, okulda öğretmen, toprakta kemik.

Ne çok rolümüz var küçücük bir hayatı yaşarken. Kendimizi ifade edeceğimiz onlarca kalıp, elbiselerimizden daha sıkı sarmış vücutlarımızı. Ne iş yapıyorsun diye başlıyor muhabbet. Esnaf, memur, berber, ayakkabıcı, işçi, ev hanımı… Onlarca meslek ismini kullanıyoruz kendimizi ifade etmek için. Kimliğimiz oluyor o iş, başkalarının gözünde. Kimden bahsediyorsun? Ahmet? Hangi Ahmet? Ayakkabıcı Ahmet. Nerelisin diye devam ediyor. Siirtli, Bayburtlu, Akçadağlı, Hekimhanlı. Kimlerdensin? Hangi aile, hangi kabile? Milliyetin ne? Bütün bu sorular; isimlendirme, mesleklendirme, memleketlendirme faaliyetleri binlerce yıllık bir korkunun ürünü. İnsanın başka insanlardan korkmasının ürünü. Bir sıfatla nitelendirebileceğimiz herkesin zararsız olduğunu düşünüyor, kendi zararsızlığımızı ispatlamak için de kendi sıfatlarımızı öne sürüyoruz. Cebimize doldurduğumuz kalkanlar gibi sıfatlar. Yaptığımız işten doğduğumuz memlekete kadar onlarcası var o ceplerde. Hangi ortama girsek orada barışseverliğimizi ispatlayabiliyoruz. Bu barışseverlik ispatlama yükümlülüğü ise bizi daha temel bazı özelliklerimizden uzaklaştırıyor ister istemez. Nesin sen? İnsan…

Nesin sen? İnsanım ben. Öğretmen olmadan önce de insandım, emekli olduktan sonra da. Doğmadan önce de insandım, öldükten sonra da insan olacağım. Doğduğum yerin, yaptığım işin, oynadığım rolün ne önemi var ki insan oluşumun karşısında? Tanışırken ismimi cismimi anlatmadan fikrimi anlatsam. İnsanım desem öncelikle insanım. Ortak bir nokta arıyorsan benimle insanlığıma bak. Ben de senin gibi korkuyorum karanlıktan. Ben de senin gibi seviniyor, senin gibi üzülüyorum. Sana yapılmasını istemediğin şey için ben de bana yapılmasın diye düşünüyorum. Benden korkmana gerek yok. Aynı coğrafyayı, aynı dini, aynı dili bile paylaşmamıza gerek yok birbirimizden korkmamamız için. Gözlerimin içine baktığın zaman kendini görmen gerek. Dikkatli bak. Müslüman mısın? Ben de. Gel sarılayım sana yıllardır görmediğim bir akrabamı bulmuş gibi. Ellerimizi açarak birlikte dua edelim tüm insanlık için. Hemşehrimsin belki de. Gel oturup yıllar öncesinden, birbirimizden habersiz caddelerini aşındırdığımız o yerlerden bahsedelim. Hangi meslektensin, hangi gazeteyi okur hangi müziği dinlersin. Konuştukça çok ortak noktamız çıkabilir ama ya çıkmazsa. Birbirimizden korkmayı ne kadar sürdürebiliriz ki? Ortak paydayı, asgari müştereki birbirimizin gözlerinde bulmayalım mı artık? Taş duvarlarla koruma altına aldığımız maddi varlığımızın etrafına setler çekeceğimize paylaştıkça uzun süre kullanılan bir tespihin parıldaması gibi parıldayan duygularımızı ortaya koymayalım mı? Maddeyi diğerlerinden korumak için sıkıntıyla geçirdiğimiz hayatlara yazık. Korunması gereken maddenin üzerine titrerken paylaşmadan heba ettiğimiz duygularımıza yazık. Korkularımız yüzünden sınıflandırdığımız, kalıplara soktuğumuz, ötekileştirdiğimiz ya da içselleştirdiğimiz o insanlara duyguların gözüyle bakabilsek beş para etmez hayatlarımız değer kazanacak muhakkak. Maddi kayıp ihtimali yüzünden ziyan ediyoruz insanlığımızı.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir